MÜBADELE ÖYKÜLERİ – Mübadelenin 85.Yılı Öykü Yarışması Seçkisi
Yayıncı: Lozan Mübadilleri Vakfı
Yayına Hazırlayan: Müfide Pekin
Ebat: 13×19.5 cm
Sayfa sayısı: 296
İç kağıt: 1. Hamur 90 gr.
Baskı: tek renk
Dil: Türkçe
Matbaa: Express Basımevi
Baskı tarihi: Ekim 2009, İstanbul
ISBN: 978-975-97905-9-2
MÜBADELE ÖYKÜLERİ – Mübadelenin 85.Yılı Öykü Yarışması Seçkisi
Yayıncı: Lozan Mübadilleri Vakfı Yayına Hazırlayan: Müfide Pekin Ebat: 13×19.5 cm Sayfa sayısı: 296 İç kağıt: 1. Hamur 90 gr. Baskı: tek renk Dil: Türkçe Matbaa: Express Basımevi Baskı tarihi: Ekim 2009, İstanbul ISBN: 978-975-97905-9-2
KİTABIN İÇİNDEKİ ÖYKÜLER VE YAZARLARI 1. KÖR BİR DURAKTA (ERHAN CEYLAN) 2. GÜLCEMAL İLE NİKOMEDYA(MAHİR ULAŞ YEŞİL) 3. KIYIYA VURANLAR (A.SAMET ÇAMOĞLU) 4. DORA’NIN KEDİSİ (HAKKI İNANÇ) 5. SAKIZIN SERZENİŞİ (BÜŞRA AKKUŞ) 6. DAVUL ZURNA SESİ (ALİ AKSOY) 7. YORGİ (AYHAN ALTAY) 8. DUA (PELİN BÖKE) 9. BABAM, VODİNA, VE ARMUT AĞACI (MARUF EVREN) 10. KANUNLA ÇALINAN (SERAP GÖKALP) 11. NECİP UĞLAN (H. İLHAMİ GÜLCAN) 12. TAŞ BASAMAK (ÜMRAN KARTAL) 13. KUZMAN USTA (İHSAN TEVFİK KIRCA) 14.GÖZÜNÜ SÜZME DENİZ: KIZARAN DALGALARIN GÖNLÜMÜ ÇOK YAKTI(TAMER KÜYÜKÇÜ) 15. AYRILIK ( HASAN FARUK LEVENT) 16. EŞİKTE HAYAT KURANLAR (AHMET MURAT ) 17. UNUTULMAYAN (SABA ÖYMEN) 18. MERGUŞE LALELERİ (HÜLYA SARIKAYA) 19. KARANLIĞIN GÖLGESİNDE (AYSUN SEZER) 20. AZRAİL’DEN ÖNCE MÜBADELE (MUZAFFER TANSU) 21. MARIA’NIN PEÇESİ (KAAN TEMİZEL) 22. HANIM TEYZE (LATİFE TÜRKYILMAZ) 23. BİR DALDA İKİ KİRAZ (AKIN ÜNER) 24. DEDEM DİMİTRİ (M. HAKKI YAZICI )
|
Önsöz
Feyza HEPÇİLİNGİRLER
“Mübadele” sözcüğünü ilk ne zaman duyduğumu anımsayamıyorum. Dinlemeyi, anlamayı öğrendiğim günden beri hep duyduğum bir sözcüktü. Ailem bütünüyle “mübadil”di çünkü. Babam Girit’İn Resmo şehrinde doğmuştu. Mübadele olunca bir yaşındayken ailesiyle birlikte Ayvalık’a gelmişti. Anne tarafım da mübadildi. Onlar da Midilli’deki bağlarını bahçelerini bırakarak gelmek zorunda kalmışlardı. Midilli’den gelenlerin Türkiye’deki yaşamlarının daha kolay olduğunu sonra sonra anladım. Dil sorunları yoktu. Epeyce farklılaşmış olsa da konuştukları dil Türkçeydi. Aralarında, adadaki Rumlarla doğrudan ilişki içinde olanlar dışında Rumca bilen bile yoktu. Ama Girit’ten gelenler… Onlar Türkçe tek sözcük bilmiyorlardı. Analarından öğrendikleri, anadili olarak benimsedikleri dil, onları anayurtlarına en fazla yabancılaştıran şey oldu. Haklarını arayamadılar, dertlerini anlatamadılar. Mübadeleden çok sonra, yeni topraklarına alıştıklarını, Türkçeyi öğrendiklerini varsaydığımız dönemde yaşanmış bir olay, yıllar yılı fıkra diye anlatıldı Giritli mübadiller arasında. Kendi yaşadıklarına kendileri güldüler.
Komşusuna ait öküzlerin, tarlasındaki bütün yulafı yediğini gören Giritli, hemen tüfeğine davranmış. Öküzleri öldürecek, belki komşusunu da. “Aman,” demiş arkadaşı. “Elini kana bulama. Mahkemeye ver. Hakkını mahkemede ara.” Giritli köylü de “Peki,” deyip mahkemeye başvurmuş. Dava görülmeye başlandığında hakime sormuş: “Turçika anlatayim hakim efendi, yi Rumca?”
“Türkçe anlat.” demiş hakim.
O da pek güvendiği Türkçesiyle anlatmaya başlamış:
“”Kaçimadana yukari ektim iki pezula tayi.” Ama kendisini olayın heyecanına kaptırınca anadiline dönüvermiş: “Çe bikane tu Barbastali ta vuya ke lena fikane yale tu kuçi.” Hakime verdiği sözü ancak olayı anlattıktan sonra anımsamış:
“Hakkimi isterim haçim efendi.”
Türk oldukları için değil, Müslüman oldukları için sürülmüşlerdi; ama yeni yurtlarında “yarım gâvur” diye aşağılandılar hep. Kendilerinin uğradığı bu aşağılanmayı yaşamasınlar diye çocuklarına, içine doğdukları bu dili öğretmekten kaçındılar. Yalnız kendi aralarında Rumca konuştular. Ortalık yerde söylenmemesi, çocukların duymaması gereken şeyleri Rumca anlattılar. Ama neler çektiklerini, neler yaşadıklarını hiç anlatmadılar.
Yalnız Girit ve Midilli mi? Osmanlı’nın eski topraklarında yaşayan ve Lozan Antlaşmasıyla yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalanların tümü havasını, suyunu, hatta dilini bilmedikleri yeni yurtlarına alışmak için kim bilir ne zorluklar çektiler. Hep “oralar”ı özlediler. Oradaki tarlalarının büyüklüğü, ağaçlarının yüceliği gözlerinden; şırıl şırıl akan derelerinin sesi kulaklarından gitmedi. Bağlarındaki üzümün, bahçelerindeki kayısının, şeftalinin lezzetini hiç unutmadılar. Geri dönüş umudu başta var mıydı? Daha sonra mı kayboldu? Bilmiyorum; ama anlatılan bahçelerin, tarlaların, zeytinliklerin boyutlarının büyüdüğüne, orada bırakılan hayvanların sayısının yıllar geçtikçe arttığına tanık oldukça, biz yeni kuşaklar dalga geçer olduk. Sözgelimi gün geldi Giritlilerden kime sorsanız “Girit’in yarısı bizimdi.” demeye başladı. Girit’in üzerinden uçmuş, Girit’i görüp gelmiş pilot bir arkadaş, “Girit dediğiniz o kadar da büyük bir ada değilmiş. ‘Girit’in yarısı bizimdi.’ diyenlerin o yarılarını birleştirseniz on tane Girit eder.” deyince kahkahayı bastık. O toprakların, zamanın sularına karışıp geriye itildikçe, orada bıraktıkları çocuklukları kadar, gençlikleri kadar değer kazandığını, ulaşılmaz oldukça büyüdüğünü, genişlediğini anlayamadık. “Oralar”, asla gerçekleşmeyecek düşler gibi, uzaklaştıkça güzelleşti onların gözünde. Çoğu doğduğu toprakları bir daha göremedi. Yalnızca eksik hayallerde kaldı o yerler.
Sonra birer birer çekilip gittiler hayatımızdan. Umutları, düşleri, özlemleriyle birlikte ve anlatmadıkları, her anlatışta kabuk bağladığı sanılan yarayı yeniden kanatmaktan kaçındıkları için bir türlü söyleyemedikleri acılarıyla, dertleriyle birlikte, geride bıraktıkları anayurtları gibi onlar da tarih oldular. Bırakıp geldikleri hayat nasıldı? Bir sabah erkenden kalkıp tarlaya giderken, bir akşam gün batımına karşı oturmuş kahvelerini yudumlarken oralardan sürülecekleri akıllarına hiç gelmiş miydi? Haberi ilk aldıklarında ne düşünmüşlerdi? Günleri nasıl geçerdi orada? Aşkları var mıydı, kalp ağrısı çekerler miydi? Hiçbirini öğrenemedik. Sustular, hep sustular.
Babaannemin bir erkek kardeşinin Heleni’ye olan sevdası yüzünden anayurdundan ayrılmayı reddettiğini yıllar sonra öğrendim. Öyle büyükmüş ki sevdası, “Senin asıl memleketin orası, şimdi gideceğin yer.” diyenler onu ikna edememişler. Mübadele kargaşasında izini kaybettirmeyi başarmış. Gelmemiş bizimkilerle. Aşkının izinden ayrılmamış. Bizimkiler ne yapmışlar? Onu evlatlıktan da gönüllerinden de silmeye çalışmışlar. Başarabilmişler midir? Aşkı uğruna, artık “yaban eller” olacak topraklarda bir başına kalmayı göze alan bu delikanlıyı gerçekten unutabilmişler midir? Bir gece, tam uykuya geçmeye çalışırken babaannemin aklına orada bıraktığı yakışıklı kardeşi gelmemiş midir? Özlemin sızısını kanının damarlarını zorlayan zonklamasında duymamış mıdır?
O büyük dayı çoktan ölmüştür; ama neler yaşamıştır acaba? Uğruna ailesini terk ettiği Heleni ile evlenebilmiş midir? Evlenmişse hep mutlu olabilmişler midir? Annesinin, babasının, kardeşlerinin özlemini incecik bir sızı gibi hep içinde taşımamış mıdır? Ailesinin öteki bireylerinin neler yaşadığını, kardeşlerinin başına neler gelmiş olabileceğini merak ederek; ama asla öğrenemeyerek yaşamak nasıl bir yaşamaktır? Bütün ömrünü, yanıt bulması olanaksız soruları kafasında taşıyarak, dindiremeyeceği özlemin içini kemirdiğini duya duya tamamlayıp yine öyle, o büyük hasretle ölmek, nasıl bir ölmektir?
Çoktan toprağa karışmış babalarının, dedelerinin buradaki akrabalarını merak eden çocuklar, torunlar var mıdır oralarda? Varsa onlar da benim düşündüklerime benzer şeyler düşünürler mi, düşündüler mi?
Buradan gidenler anlattılar hep. Romanlar yazdılar, öyküler, anılar… Özlemlerini dile getirdiler. Bizimkiler ise hiç anlatmadı. Unutmaya çalışmakmış aslında. İçten içe hep kanayan bir yaranın kabuk bağlamasını sağlamaya çalışırlarmış. Söylemezlerse, anlatmazlarsa o derin yara kapanır sanırlarmış. Yine de ne garip! Çocukları, torunları, onların söylemediklerini duydu, anlatamadıklarını anladı. Lozan Mübadilleri Vakfı bu yüzden kuruldu. Okuyacağınız öyküleri gün yüzüne çıkarabilmek için “Mübadele Öyküleri Yarışması” bu yüzden düzenlendi. Sonraki kuşaklar, gidenlerin de gelenlerin de acılarını yüreklerinde hissettiler. Bu öyküler, o dillendirilmeyen acılardan doğdu.
Yazan ellere, yazdıran gönüllere binlerce teşekkür…
Editörden
Lozan Mübadilleri Vakfı 2008 yılında, Türk-Yunan Zorunlu Nüfus mübadelesinin 85. yılı anısına bir “Mübadele Öyküleri Yarışması” düzenledi. Amacımız, on yıl önce çalışmalarına başlayan vakfımızın Türkiye’nin gündemine soktuğu “mübadele araştırmaları” faaliyetine bir yeni pencere açmaktı. Yaptığımız “sözlü tarih” görüşmelerinde zaten çok sayıda yaşam öyküsü dinlemiştik. Bu öyküler bellekte kaldığı kadarıyla yarı gerçek, yarı kurgu öykülerdi. Yani, anlatıcılarımız zaten mübadele öykülerini nesilden nesile sözlü geleneğin bir parçası olarak naklediyorlardı. Ancak son yıllara kadar mübadeleye yazılı edebiyatta pek yer verilmiyordu. Bu açıdan vakfımız, mübadelenin edebiyat alanında da dile getirilmesine katkıda bulunmak amacıyla Türkiye’de ilk kez olmak üzere “ 85. Yıl Mübadele Öykü Yarışması”nı düzenleme kararı aldı. Yarışmaya ilgi beklenenden fazla oldu. Semih Gümüş, Lamia Gülçür, Füsun Akatlı, Feyza Hepçilingirler, Füsun Çeliker ve Müfide Pekin’den oluşan yarışma jürisi, 102 yarışmacıdan gelen 130 öyküyü değerlendirdi. Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinden olduğu gibi yurt dışından da yarışmaya katılım oldu. Bu arada, Türkiye’nin iki hapishanesinde tutuklu edebiyatseverlerden de üç öykü yarışmaya katıldı. En genç öykücü 17 yaşında, en yaşlı katılımcı ise 78 yaşındaydı.
Yarışma jürisinin titiz değerlendirmeleri sonucu dört öykü dereceye girdi. Ödül kazanan öykü sahiplerinin ödülleri 30 Ocak 2009 ‘da Mübadele’nin 86. Yılı dolayısıyla düzenlenen Lozan Mübadilleri vakfının geleneksel “Mübadele Yemeği” gecesinde dağıtıldı.
Öykü yarışmasının açıklanmasıyla birlikte ödül alan ve jüri üyelerinden olumlu puan toplayan öykülerden oluşan bir seçkinin bir kitap halinde okurlara ulaştırılacağı sözü verilmişti. İşte şimdi bu sözü tutabilmenin gururunu yaşıyoruz. Bu kitapta jüri üyelerinin beğenisini kazanmış 24 öykü yer almaktadır. Ödüllü öykülerle birlikte kitapta yer almasını istediğimiz tüm öyküleri yazarın özgeçmişiyle birlikte alfabetik sıraya göre dizdik.
Başta değerli jüri üyelerimiz olmak üzere bu kitabın ortaya çıkmasında katkısı olan herkese teşekkür borçluyuz. Öykü yarışması ödüllerinin ve Mübadele Öyküleri kitabının sponsorluğunu üstlenerek bize çok büyük destek veren sevgili vakıf mütevellimiz Canan Pak’a sonsuz teşekkürlerimizi özellikle iletiyoruz.
Edebiyat alanında böyle çalışmaların yaygınlaşmasını dileyerek mübadele öykülerinin buruk lezzetiyle sizleri baş başa bırakalım…
Müfide Pekin
Mübadele öyküleri kitabı editörü