Bulgaristan’a bundan 17 yıl önce bir kayak tatili için gitmiş, kayağın bana göre olmadığını ve Bulgaristan’da hiçbir şey bulunmadığını, çok fakir bir ülke olduğunu öğrenip dönmüştüm. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın sayfasında Bulgaristan’da Kızanlık Gül Festivali’ne de gidileceğini görünce yaza girmeden son bir gezi yapmaya karar verdim.
3 Haziran akşamı yola çıktık. Rehberimiz Hüseyin Hüseyinov bir Bulgaristanlı bir Türk. Onunla gezmenin hem ülkeyi tanımak, hem farklı bakış açılarını görmek bakımından bana çok faydası oldu. Sabah ilk iş Mustafa’nın yerinde kahvaltı yaptık. Bizim usul kahvaltı hazırlamışlardı; ama kendi kahvaltılarından da tadımlık verdiler. Bulgaristan Türkleri çay bilmiyor. Kahvaltıda da et kavurma ve ekmek yiyor veya çorba içiyorlarmış. Sabah sabah biraz tuhaf geldi ancak ikram ettikleri et çok lezzetliydi.
Oradan Kızanlık’a doğru hareket ettik. Efsaneye göre kenti ziyaret eden Murat Hüdavendigar bembeyaz giyinmiş çocuklar tarafından karşılanır. Bu durumdan çok etkilenen Padişah “Maşallah, akça kızanluk! Allah nazardan saklasın! Mükemmel, beyaz güzel çocuklar!” diye bağırır ve kent Osmanlı döneminde Kızanluk diye anılmaya başlar. Kentte Yıldırım Beyazıd döneminden bir cami ve büyük bir Trak mezarlığı da bulunuyormuş.
Gül fidanları bu bölgeye Osmanlı döneminde gelmiş. Kazanlık, gül yağı üretiminde Isparta ile çekişiyor. Öte yandan tarımı çökerten global ekonomik politikalar burada da etkisini göstermiş. Ücretler çok düşük, kimse o kadar düşük ücrete tarlada çalışmak istemiyormuş. Tarlada çalışanların çoğu Türkler ve Romanlarmış. Gülün yanında son yıllarda lavanta üretimi de başlamış ama her yerde olduğu gibi burada da tarımda sıkıntı varmış.
Gül festivali 1903’den beri bölgede kutlanıyormuş. Bütün şehir, caddeler, parklar gül fidanları ve çardakları ile süslenmişti. Her sene sök, yenisini dik yapmıyorlarmış, sürekli fidanlara bakıyorlarmış. Gül tarlalarında yapılan temsili gül yaprağı toplama seremonisini kaçırdık. Bizden önce yağan yağmurun etkisi ile güller dökülmüş, tarlalar ıslanmıştı. Yine de bir tarlaya girdik. Güllerin kokusu baş döndürücüydü. Etraf Koreli kaynıyordu. Nereden duymuşlar, nasıl olmuş bilmiyorum, her sene festivale yoğun ilgi gösteriyorlarmış. Ben de gül fidanlarının ve Korelilerin fotoğraflarını çektim. Sonra geçit törenini seyretmek üzere ana caddeye yürüdük. Açıkçası bizdeki küçük kasaba festivallerinin, 23 Nisan törenlerinin bir benzerini izledik. Artık yapılmayan o törenleri ne kadar özlediğimi fark ettim birden. İnsanlar fakir de olsa, kıyafetler uyduruk da olsa birlikte kutlama yapmanın heyecanını, coşkusunu gördüm insanların yüzlerinde. Diğer ülkelerden başta Kore olmak üzere kendi halk oyunları ekibini gönderenler de vardı. Bütün Balkan ülkelerinin temsilcilerini gördüm, bir tek bizden grup yoktu.
Programımız yoğun, görecek yer çoktu. Kızanlık’tan ayrılıp, Veliko Tırnova’ya vardık. Çok güzel bir şehir Veliko Tırnova. Bizde Bursa, Edirne ne ifade ediyorsa Bulgarlar içinde Veliko Tırnova o anlamı ifade ediyor. En büyük şehir değil belki, ama Bulgar ruhunu en fazla temsil eden yerlerden biri. Bu da Bulgaristan’da yoğun bir Osmanlı karşıtlığı demek. Sonuçta bağımsızlık Osmanlı’ya karşı kazanılmış. Başka Balkan devletleri ile de savaşmışlar, onca acılar çekmişler ama hala onlar için asıl düşman onları ezen Osmanlı… (Burada altını kalınca çizeyim, Bulgarların bakış açılarını, hislerini aktarmaya çalışıyorum. Bu onlara tümüyle hak verdiğim veya hepten karşı çıktığım anlamına gelmemeli). Bir tam gün geçirilebilecek şehirde üç saat kalabildik. Tsarevest Kalesi ya da Çarlar Kalesi’ne uzaktan bakıp, Gurko Sokağı ve bir zamanların zanaatkarlar çarşısı Samadovska’yı gezip, tekrar yola çıktık.
İlk gün son ziyaretimiz Deliorman Bölgesi’nin en büyük şehri Razgrad’dı. Bölgede hala Türkler var ama Osmanlı dönemine ait bir eser görebildik. O da giriş kısmı çökmüş, harap Pargalı İbrahim Paşa Camisi’ydi. Caminin önünde Kalin Usta’nın heykeli vardı. Cami de çalışan Bulgar ustalardan biriymiş. İnşaat bitiminde bütün ustaların öldürüleceğini sezince uçup canını kurtarmak istemiş ama başaramamış. Bulgarlar camiyi yıkmasa bile önüne Osmanlı’yı kötüleyecek bir simge dikmeden duramamışlar. Öte yandan birazcık araştırınca Osmanlı’nın önemli alimlerinden Şeyh Bedrettin’in Fetret Devri’nin galibi Mehmet Çelebi’nin kardeşi Musa Çelebi’nin kazaskeri olduğunu, sonunda Serez’de asılmakla birlikte isyan edip kaçtığında bu bölgede yakalandığını görüyoruz. Balkan Alevileri, Bektaşileri arasında Bedrettin hala simge bir isim. Peki cami ile Bedrettin’in ne alakası var? Sünni Osmanlı devlet yaklaşımını temsilen Pargalı İbrahim Paşa bu camiyi yaptırmış ama o da caminin inşası bitemeden Maktul İbrahim Paşa olmuş. Bütün bunları konuşurken Belediye konser salonu binasının önünde bir afiş görüp rehberimiz Hüseyin’e sorduk. Oyunun ismi Amucalar. Peki Amucalar kimler? İnternetten bulduğum bilgi şöyle “Amuca Kabilesi, Kayı Boyuna mensuptur. Bu aşirete “amuca” isminin verilmesi, Osmanlı Hanedanıyla akraba olmalarından kaynaklanmaktadır. Amucalar, Ertuğrul Gazi’nin oğlu, Osman Gazi’nin ağabeyi olan Gündüz Alp (Gündüz Bey)’in soyundan gelenlerdir. Balkanlara gelindiğinde ilk kurulan Amuca köylerinden birinin adının “Gündüzler” olması bunun göstergelerinden biridir. Kabilede kime sorulursa sorulsun “ Siz kimin soyundansınız? ” denildiğinde “Biz Amuca kabilesinden, Ertuğrul Gazi soyundanız” denir.” Türkiye’de artık adları unutulmuş Amucalar ile ilgili Bulgaristan’ın küçük bir şehrinde tiyatro oyunu afişi görmek gerçekten ilginçti. Kafamı çevirdiğim her yerden birbirinden farklı ama hepsi birbirine bağlı insanlara, topluluklara ait detaylar akıyor. Bir kısacık Bulgaristan turunun birinci gününde beynime dolan bilgi yığınından yorgun bir şekilde grupla birlikte otele doğru yola çıktım.
Ertesi gün Rusçuk’a doğru giderken yol üzerinde bir Türk köyü olan Torlak’a uğradık. Deliorman bölgesi bir zamanlar Türklerin yoğun yaşadığı bir yermiş. Bulgaristan devleti bölgede hakimiyeti sağlamlaştırmak için yer yer ormanı açıp tarım arazisine çevirmiş ve bu alanlara da Bulgarları yerleştirmiş. Her şeye rağmen gördüğümüz sık ormanlık bölgeler göz kamaştırıcıydı. Torlak köyünde Kazım Bey ve Davud pehlivan ile karşılaştık. Bu bölge aynı zamanda pehlivanları ile ünlüymüş. Koca Yusuf, Kel Aliço hep bu bölgenin insanlarıymış. Güreş hala devam ediyormuş. Davud pehlivan gençleri çalıştırıyormuş. Kazım Bey küçük bir müzeleri olduğunu, gidip anahtar getirebileceğini söyledi. Vakit yoktu, bir dahaki sefere, hiç olmazsa sizinle biraz konuşalım dedik. Çoğu akrabası Türkiye’deymiş. “Niye siz de Türkiye’ye gitmediniz” dedi biri. “Biz de gelsek siz burada kiminle konuşacaktınız” dedi Kazım Bey.
Köylülerle vedalaşıp Rusçuk’a doğru yola çıktık. Şehre varmadan önce 1877’de Bulgarların ayaklanmasına karşı yapılan, tepede şimdi restoran haline gelmiş olan Levent tabyayı gördük. Rusçuk, gerçekten Viyana benzeri bir yer. Şehrin bütün caddeleri aynı meydana açılıyor. Küçücük Rusçuk’ta harika bir tiyatro binası, opera binası mevcut. Bulgaristan’da devlete, belediyeye ait binalar daha basit yapılmış. Kültür, sanat, bilim merkezlerinin daha çarpıcı, heybetli olmasına özen gösterilmiş. Şehir meydanında bir bağımsızlık anıtı var. Altta simgeleri olan iki aslan heykeli mevcut. Aslanlardan biri zinciri parçalarken diğeri ay yıldızı eziyor. Bütün bunları bizdeki yeni Osmanlı söylemlerinin zaten ortada geçmişe dayanan bir tepki varken başka ülkelerde ne tür karşılıklar bulacağını, oralarda yaşayan soydaşlarımız üzerinde nasıl baskılara neden olabileceğini anlatmak için de yazıyorum. Rusçuk, aynı zamanda Mithat Paşa’nın başlayan huzursuzluğu çözmek için üç yıl görev yaptığı yer. Bu sürede Rusçuk-Varna demiryolunu ve yeni okullar açmış. Ziraat Bankası’nın temeli olan memleket sandığını açmış, vergi düzenlemeleri yapmış. Avrupa’dan ziraat makinaları getirip, köylüye tarım alanları vermiş. Ancak onun bu çabaları Panslavizm rüzgarını söndürmeye ve isyanı önlemeye yetmemiş.
Rusçuk’da kısa bir öğle molası verdikten sonra Plevne’ye doğru yol aldık ve müze kapanmadan yetiştik. Şehirde görülecek bir şey yok ama Osman Paşa’nın savunma yaptığı kalenin yerine inşa edilen müze gerçekten görülmeye değer. Doğal olarak olayları kendi cephelerinden anlattıkları devasa bir müze binası yapmışlar. Rehber eşliğinde resimlerin, objelerin sergilendiği katları dolaşıp en üst kata çıktık. Orada savaşı bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren daire şeklinde bir pano ile karşılaştık. Osman Paşa 1877’de isyanın patladığını haber aldığında Vidin’den Şipka’ya yola çıkmış ancak Şipka’nın düştüğünü öğrenince Plevne’ye yönelmiş. Bu arada Bulgar çeteler isyan edip tek başlarına savaşmıyorlar tabii, Rusları çağırıyorlar. Rus ordusu dört saldırı yapmış, Osman Paşa dördünü de püskürtmüş. Ruslar bunun üzerine kuşatma başlatmışlar. Aylarca süren kuşatmada asker kadar sivil halktan da çok ölen olmuş. Sonunda Osman Paşa bir yarma harekatına girişmiş ve yaralanarak yakalanmış. Peki bu sırada koskoca Rus ordusu ile savaşan Osman Paşa’ya İstanbul’dan yardım gelmiş mi? Gelmemiş… Avrupa’da çok müze gezdim. Aşağılamak gayesiyle tarihi karakterlerin başka türlü tasvir edildiğini, bol boğazlama sahnelerine yer verildiğini çok gördüm. Bu müzede böyle tasvirlere rastlamadım ve bu açıdan Bulgarları takdir ettim. Müzeden çıkarken bizde niye böyle tematik müzeler yok diye düşündüm. Savaş tarihi, nedenleri, sonuçları öğrenilmeden bugünü anlamak mümkün mü? Objektif olmak, gerçekler ve bilimsel verilerden sapmamak şartıyla tabii…
Plevne’den ayrılıp Sofya’ya hareket ettik. İyi bir akşam yemeğini hak etmiştik, biz de yemeğin hakkını verdik. Sabah Sofya turuna başladık. Açıkçası Bulgaristan’ın diğer bölgeleri, gördüğüm şehirleri bana daha özgün geldi. Sofya bana pek sıradan bir Avrupa şehri görüntüsü verdi. Belli başlı devlet binalarını, şehrin simgesi Sofia anıtını, katedrallerini, Kadı Seyfullah Efendi camisini, Mustafa Kemal’in Sofya’da ateşemiliterken yeniçeri kıyafeti ile katıldığı kıyafet balosunun yapıldığı binayı, bir zamanlar cami olan Arkeoloji Müzesi binasını, önünde Kiril Kardeşlerin anıtı olan ulusal kütüphane binasını gördük. Hızlı bir turdan sonra UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Boyana Kilisesi’ni ziyaret ettik ve Filibe’ye doğru yola çıktık.
Bulgaristan gezimde bana en sevimli gelen yer Filibe oldu. Yedi tepeli şehirlerden biri, Büyük İskender’in babası Filip’in kenti Filibe. Şehir merkezini, antik şehir kalıntılarını, tiyatroyu ve Murat Hüdavendigar Camisini dolaştıktan sonra yedi tepeden birine, Nöbettepe’ye çıktık. Sokakları, sivil mimari örnekleri ile görülmeye değer bir bölge. Özellikle Mevlevihane binasını, şimdi etnografya müzesi olan Argir Kuyumcuyan konağını görmelisiniz. Osmanlı döneminde Bulgarlar kendi din adamlarını yetiştirsinler diye açılan ama din adamı değil isyanı başlatan çetecilerin yetiştiği meşhur Sarı Mektep Ruhban Okulu’nu da gördük. Padişahın tuğrası ironik bir şekilde binanın duvarında hala duruyordu. Tekrar aşağı inip, müftülük binasının yanındaki kahvede mola verdik. Kahvenin yanında gül şerbeti ikram ettiler bize.
Filibe’de kaldığımız otelde Türk usulü kahvaltı hazırlayıp, çay ikram ettiler. Son gün, dönüşe hazırlanırken doping oldu bize. Nessebar’a giderken yol arkadaşım sevgili İsmet Hanım’ın annesinin köyü Aydos’a uğradık. Merkeze ulaştık, yaşlılarla konuştuk ama evi bulamadık. İsmet Hanım’ın anneciğinin mezarına konmak üzere azıcık toprak ve kır çiçeği aldık. Umarım bir daha gidebilir ve ana ocağını bulabilir…
Uzun bir yolculuktan sonra yine UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Burgaz’a sahil kasabası Nessebar’a gittik. Biz zamanlar adayken ana karaya bağlanıp yarım adaya dönüşmüş gerçekten güzel bir yerdi. Çok eski bir yerleşim ve görülecek çok fazla eser vardı. Hakkını veremediğim için bir defa daha gelmem gereken yerler listeme ekleyerek ayrıldım Nessebar’dan…
Yolculuk boyunca aralarda bolca Nazım Hikmet’i, Bulgar tarihini ve ilişkilerimizi konuştuk. 1950’lerin başında Türkler, Komünist sisteme entegre olmakta direnince çareyi Nazım Hikmet’i çağırmakta bulmuşlar. Rusya’dan Bulgaristan’a ilk gelişi devlet davetiyle olmuş. Açıkçası propaganda malzemesi olmasını hiçbir zaman içime sindirememişimdir. Kaldığı sürede konuşmalar yaparken köylüleri de dinlemiş, sonra sorunun ideoloji ile ilgili değil devletin uygulamaları ile ilgili olduğunu saptamış. Döndüğünde Türklere okul açma ve dillerinde eğitim hakkının verilmesi gerektiğini anlatan bir rapor yazmış. Bu rapor Bulgar yönetiminin hiç hoşuna gitmemiş. Nazım Hikmet daha sonra da Bulgaristan’a gitmiş ama bir daha yönetim tarafından itibar görmemiş. Bulgaristan’da iki kuruma iki Türk’ün adı verilmiş. Nazım Hikmet’in adını taşıyan bir okul ve Bulgaristan doğumlu Sabahattin Ali’nin adını taşıyan bir kütüphane varmış. Nazım Hikmet’in bütün eserleri Bulgaristan’da Türkçe olarak basılmış. Yine de Bulgarlar yönetim şekli ne olursa olsun içlerinde yaşayan Türklerden rahatsız olmuşlar ve hep kontrol altında tutmak istemişler, sayı arttıkça da her on yılda bir göçe zorlamışlar.
Peki çok çektikleri Osmanlı’dan Rusları çağırıp kurtulduktan sonra ne olmuş? Osmanlı’ya karşı yaptıkları Birinci Balkan Savaşı’ndan zaferle çıkmışlar, ardından Yunanistan, Romanya ve Sırbistan Bulgarlara saldırmış. İkinci Balkan Savaşı’ndan epey zararlı çıkmışlar. O zararı telafi için Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almışlar ama yine zarara uğramışlar. İkinci Dünya Savaşı’na kadar kraliyetle idare edilmişler. İkinci Dünya Savaşı patladığında son kralları Boris savaşa girmemek, tarafsız kalmak için epey çırpınmış ama Almanları durduramamış, hatta sonunda zehirlenerek canında da olmuş. İkinci Dünya Savaşı’nı sürekli saf değiştirerek tamamlayan Bulgarlar savaşın sonunda eski dost Ruslarla birleşip komünist yönetime geçmişler. 1989’da rüzgarlar başka türlü esmeye başlayınca da komünist yönetime son verip, demokrasiye geçmişler… Bugün Bulgaristan, NATO ve Avrupa Birliği üyesi bir ülke. Bir zamanlar on milyon olan nüfus yaklaşık yedi buçuk milyon. Gençler yurt dışına gitmeye devam ediyor, doğum oranı düşüyor. Doğal kaynakları sınırlı, sanayisi olmayan, tarım alanları ve ormanlık alanları zengin ama bunları değerlendirecek kapasiteyi kullanamayan bir ülke. Yunanistan’dan geri, Arnavutluk’tan ileriler. Herşeye rağmen ilk gördüğümden gelişmiş gördüm onları. Balkan ülkelerinin birbirine ve bize çemkirerek, bu arada hep bir büyük abi arayarak mı yoksa işbirliği ile mi daha güçlü, daha bağımsız olacağına onlar karar vermeli. Biz kendimize bakalım. Evet ortam çok karışık. Yine de bireysel olarak iletişimden yana olmak, toplumun da bu yönde çaba göstermesine emek vermek gerekli diye düşünüyorum. Herkesin bir kimliği var, korumak herkesin hakkı. Kendi kimliğini korumak diğerini ezmek anlamına gelmemeli. Şu dersi bir alabilsek sorunu çözeceğiz de henüz başaramadık… Olsun biz enseyi karartmayalım…
Son olarak Lozan Mübadilleri Vakfı’na, gezinin hazırlanmasında, yapılmasında emeği geçen herkese, bu yolculukta tanıştığım, sohbet ettiğim, birlikte yemek yediğim, fotoğraflarını paylaştığım tüm arkadaşlarıma teşekkürler… Benim açımdan son derece ufuk açıcı bir gezi oldu. Yeni rotalarda buluşmak dileğiyle herkese huzurlu bir yaz dilerim. 10.06.2017
Yeşim Padar