Arnavutluk ve tarihinde bir gezinti (31 Mart-3 Nisan 2016)
Esat Halil Ergelen
Arnavutluk; Adriyatik kıyısında küçük bir Balkan ülkesi. Yüzölçümü 28.748 kilometrekare olan bu ülkenin nüfusu ise 3.000.000 civarında. Dünya’da ise neredeyse bir bu kadar daha Arnavut yaşamakta, diyasporanın yaklaşık 1.500.000 kadarı komşu Kosova’da yaşamaktadır, yine ülkemizde 250.000’den fazla Arnavut kökenli yurttaşımız vardır, geri kalan nüfus ise Yunanistan başta olmak üzere neredeyse dünyanın dört bir tarafına yayılmış durumdadır.
1967 yılından sonra sosyalist rejim artık dine ihtiyaç kalmadığına kanaat getirerek dini yasaklamış. Ta ki 1992 yılına yıkılana kadar dinler illegal bir şekilde yaşamış. Nüfusun yaklaşık %70 kadarı müslüman, %20 kadarı ortodoks, %10 kadarı ise katoliklerden oluşmaktadır. Son nüfus sayımında müslümanlar kendilerini islam olarak nitelendirmeleri nedeniyle bektaşi / sünni dağılımı net olarak bilinmemekte ama her kesim 70/30 oranında kendi nüfuslarının daha fazla olduğunu öne sürmektedir.
Arnavutluk’a Yanya üzerinden girer girmez , dağlık bir coğrafyanın dayattığı yerleşim tarzı hemen dikkati çekiyor. Birbirine paralel uzanan dağlar arasında dar bir ova bu ovayı ortalayan yol boyunca -aralarında en fazla bir kilometre mesafe olan- ovaya inen yamaçlar üzerinde kurulmuş bir birine yakın onlarca köy Arnavutluk hakkında ilk dikkat çekici manzarayı sunuyor.
Yemeğimizi işte bu köylerden biri olan Dervişan köyünde yiyiyoruz: . Dervişan Köyü’nün halkı ortodoks o nedenle kendilerini Rum olarak nitelendiriyorlar ve Rumca konuşuyorlar. Köyde iki lokanta var, ikiside Arnavutluk’un doğal ortamında beslenen harika keçi ve kuzu lezzetleri ile karşılıyor bizi.
Kokoreç
Şefin tavsiyesi
Benim tavsiyem kokoreç: malum bizde kokoreç bağırsağın bumbar üzerine sarılması ile hazırlanır, burada ise şişe; böbrek, yürek,dalak,ciğer velhasıl tüm sakatatlar geçirildikten sonra üzerlerine ince bir bağırsak tabakası dolanarak pişirilip servis ediliyor.
Küçük bir hatırlatma, elbette kuzular süt kuzusu!
Yemekten sonra Arnavutların Gjirokaster adını verdiği Ergiri Kasrına doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca dikkatimi çeken, topraklarının sadece %17’sinde tarım yapılabilen bu ülkede insanların işlenebilir toprakların her karışını değerlendirmesi oluyor. Tarlalar arası sınırları oluşturan çitlerin neredeyse tamamını üzüm asmaları oluşturuyor. Toprağın azlığı ve bölünmüşlüğü makineli tarımı neredeyse imkansız kılıyor. Çocukluğumda gördüğüm gibi otları tırpanla kesip, tırmıkla toplayıp, hayvanlarla taşımalarına tanık olmak beni inanılmaz mutlu ediyor.
Yol boyunca bize eşlik eden elektrik şebekesi ve indirme hatları belliki sosyalizm döneminden kalmış ama elektrik ihracatı bu ülkenin önemli gelir kalemlerinden birisini oluşturuyor ve elektriğin 4/5’i hidroelektrik santrallerinden karşılanıyor.
Arnavutluk’un ilk sakinleri İlliryalılar. İlliryalılar ilginç bir şekilde MÖ 7. YY’da kıyılardaki Yunan kolonileri ile tanışmalarına rağmen dillerini ve kültürlerini korumuşlardır. Arnavutlar İşkombi nehrinin kuzeyinde bulunan Gegalar ve güneyinde bulunan Toskalar olararak ikiye ayrılıyor.Ki Osmanlı’da bu bölgeleri Gegalık ve Toskalık olarak anmıştır. Gegalar lehçelerinin farklılığı ve milli kimliklerini korumakta gösterdikleri hassasiyetle Toskalardan kolaylıkla ayrılır.
Ergiri
Yol boyunca okuduğum Arnavutluk’la ilgili bilgileri düşünürken. Gjirokaster’e girdik. Bizanslılar zamanında Argirykastro.- Gümüş Kale – denildiğinden Osmanlılar buraya kendi hançerelerine uygun olarak Ergiri Kasrı adını vermiş ve feth edildiği 1417 yılından yitirildiği 1912 yılına kadar bu isimle anmıştır.Ziyaret öncesi yaptığım okumalarda Çin Halk Cumhuriyetinin dümen suyuna giren Enver Hoca yönetiminin Kültür Devriminin Arnavutluk’a yansıması olarak bin civarında müslüman ve hristiyan cemaatine ait dini yapıyı yerle bir ettiğini okuduğum için mimari olarak hayal kırıklığına uğrayacağımı sanıyordum. Oysa Ergiri’ye giridiğimde yerle bir olan sadece bu önyargım oldu.
Adeta anne ve babamın çocukluğuna doğru zamanda yolculuk yaptım. Her sokak Arnavut kaldırımı ile kaplıydı ve şehir adeta 20. yüzyılın başında donmuş gibiydi.18 ve 19. yüzyıldan kalma konaklar şehre müthiş bir hava veriyordu.
Mali Gjeri Dağı eteklerine kurulan şehrin tepesinde yer alan gösterişili kalesine çıkmayarak hata yaptığımı çıkan arkadaşlarımı dinleyince anladım. Ancak bir daha ki sefer diyerek kendimi teselli etmeden de bırakmadım.
Ergiri ilk feth edildiğinde küçük bir hristiyan kasabasıymış tek müslüman varlığı kaledeki garnizonda yer alan asker ve ailelerinden oluşmaktaymış. Ancak 17. yüzyılda yaşanan toplu islamlaşma sürecinin yansımaları Ergiri’de de görülmüş. Evliya Çelebi 18. yüzyılda kasabadan bahsettiğinde 8 camili bir müslüman şehri görünümünde olduğunu söyler, kasabada sadece 200 hane hristiyan bulunduğunu belirtir. 19. yüzyılda şehri gezen Martin Leake ise hristiyan hane sayısını 100 olarak verirken, müslüman hane sayısının ise 2000 civarında olduğunu söyler.
Ergiri ve civarı 20. yüzyıl başlarında Yunanistan’ın mücadele alanı içinde olması nedeniyle hem Balkan Savaşlarında hemde 1. Dünya Savaşı sırası sırasında savaş şartlarından çok etkilenmesine rağmen 2. Dünya Savaşının yıkıcılığını yaşamadı.
Enver Hoca’nın da doğum yeri olan Ergiri’yi daha 1960’lı yıllarda Arnavut devleti tarafından koruma altına almış. 2005 yılında ise UNESCO Dünya Mirası Listesinde kendine yer bulmuş.
Ergiri; kalesi, konakları, sokakları ile dolu dolu bir gün geçirebileceğiniz bir şehir. Kentin nüfusu 20.000 civarında. Balkanlarda dini tercih milli kimliğin önemli önemli bir parçası olmasına karşın Arnavutlar bunu aşmış durumda. Karşılaştığımız pek çok kişinin dinler arası evlilik yaptığını gördük. Hristiyan ve müslüman evliliklerin bu kadar yaygınlığına şaşırmadık desem yalan olur. Sonra “ölünce nasıl ayrılacaksınız?” gibi saçma bir soru sorduk. Bu saçmalığı sosyalizm döneminde aşmış Arnavut halkı, herkes aynı mezarlığa gömülüyor. Bir ömür aynı yastığa baş koyan çiftler son yolculuklarında da ayrılmıyor. Bunu öğrendikten sonra dikkat ettik ve gördük ki aynı mezarlıkta hilal ve haç huzurla uyuyabiliyor.
Akşam yemeğini Odaja isimli bir mekanda aldık, hemen altındaki taş oymacılığı yapan bir dükkandan da bu barışın tüm dünyaya yayılmasını sağlaması için bir güvercin oyması … Benim ki boş bir hayal işte!
Osmanlı devri idaresinde Rumeli’de iki bölgede toplu islamlaşma yaşanmıştır. Bunlardan birisi Boşnaklardır, bunlar teslis inancı yerine vahdet inancına sahip olan Bogomil kilisesine bağlıydılar, ikincisi ise Arnavutlar oldular.
Osmanlılar fetret devrinden çıkıp Venediklileri yenince bu topraklara sahip oldu ve Arvanid ili adı ile bir sancak kurdu ve paşa sancağı Ergiri oldu, bu dönemde Ergiri’de asker ve din adamı toplam ancak 800 Türk yaşamaktaydı. Osmanlı burada ziraat arazisini devlete mal edip tımar olarak şahıslara dağıttı, böylece derebeylik sistemini tasfiye ederek halkı kendine bağlamayı becerdi.
Berat
Tarihsel yolculuğumuza yine tarihi bir kent ile devam ediyoruz. Berat Adriyatik Denizine dökülen Semeni Nehrinin, Osumi kolu kıyısında ve Tomorrit Dağı eteklerinde kurulu bir şehir. Şehrin yaslandığı dağın zirvesini ise stratejik önemini 19. yüzyıl sonlarına değin korumuş bir kale süslemektedir.
Tarih boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapan Berat 1417 yılında Avlonya ile birlikte feth edilerek Osmanlılarla tanıştı ve Avlonya Sancağının sancak merkezi oldu. Fetih döneminde nüfusu yaklaşık 1000 kişi civarındaydı. Sırpların buraya Belgrad demesi nedeni ile Arnavut Belgradı adı ile de Osmanlılarca bir dönem anıldı.
Evliya Çelebi asıl şehri Büyük Varoş olarak adlandırır. İçkale, aşağı kale ve diğer kesimlerde de evler olduğundan bahseder. Evliya rakamları abartsada otoriteler bu dönemde nüfusun 15.000 civarında olduğunu yazmaktadır.
“Evliya Çelebi’ye göre Berat yerleşme yeri olarak dört parçaya ayrılmış durumdaydı. İç Kale kesimi surlarla çevrili olup içinde 40-50 ev, Bayezid Han Camii, cephane, ambarlar ve su sarnıçları bulunmaktaydı. Bunun dışındaki Büyük Hisar kesiminde ise 200 kadar ev ve bir harap cami, biri mâmur sekiz kilise yer almaktaydı. Buranın güney tarafındaki kayalığın altında, nehir kıyısındaki Aşağı Hisar kesiminde 70-80 ev, 80 dükkân, çarşılar, asıl şehir kısmını teşkil eden Büyük Varoş’ta mahalleler, birçok cami ve mescid bulunuyordu. Evliya Çelebi, şehrin onu hıristiyanlara, biri yahudilere, on dokuzu müslümanlara ait otuz mahalleye ayrıldığını, bunlar arasında en meşhur ve kalabalık olanlarının Murad Çelipa, Uzgurlu, Hünkâr, Vakıf, Baba Kadı, Paşmakçılar, Akmescid, Eskipazar, Güngörmez olduğunu yazar. Ayrıca aralarında Sultan Bayezid, Uzgurlu, Gazi Murad Paşa, Hünkâr veya Fethiye, Çelebi Hüseyin camilerinin bulunduğu on üç cami, on yedi mescidin, bir bedesten 700 kadar dükkân, beş medrese, iki hamamın, birçok sıbyan mektebinin yer aldığını da kaydeder. Nehrin karşı tarafında bulunan Koru Varoş’un ise 200 evlik bir yerleşme yeri olduğunu belirtir.”
Berat Şehri 1912 yılında Balkan Savaşları esnasında Osmanlıların elinden çıktı.1. ve 2. Dünya Savaşını tüm şiddeti ile yaşadı. Buna karşın tarihi dokusunu olabildiğince korumayı başardı. Sosyalist yönetim 1965 yılında Ergiri ile Berat’ı Müze Şehir ilan etti ve bir enstitü kurarak koruma ve yaşatma kararı aldı. Bu sayede sivil mimarinin yanı sıra pek çok Osmanlı eseri günümüze kadar ulaştı. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır. İçkale’de ki Beyazıt Cami, Feridun Bey anıt mezarı, Hacı Sinan Medresesi, Şeyh Hasan Tekkesi, Kurşunlu Cami, Avlonyalı İbrahim Paşa Cami, Süleyman Paşa -Bekar- Cami, Hünkar cami ve Osumi Nehri karşısındaki hristiyan mahallesini Goriça’yı şehre bağlayan Berat Köprüsüdür.
Bu gezimizde bu eserlerin sadece bir kaç tanesini görebiliyoruz.Kısa ve hızlı şehir turundan sonra Tiran’a doğru yola koyuluyoruz ama önce bir şehri daha panaromik olarak da olsa görmek istiyoruz.
Draç
Piri Reis’in Turaç dediği ancak daha sonra Draç imlası ile Osmanlı kayıtlarında yer alan bu şehre Arnavutlar Durres demektedir. Osmanlı “sol kol”unun iskelelerinden birisi olan Draç modern Arnavutluk için ise önemli iskelelerinden biridir.
Draç, Venedik-Osmanlı savaşları esnasında 1501 yılında Mehmed Bey tarafından feth edildi. Korunaklı bir liman kıyısındaki bu şehir Osmanlılar için askeri bir öneme sahip olmasada Tuzlalarına pek bir önem verdiler. Zamanla ticaret hacminin genişlemesi nedeniyle büyük devletler 1700’lü yıllarda bu şehirde konsolosluklar açtığını tarihi kayıtlarda görüyoruz.
Bugün modern bir liman şehri olan Draç’ta ki Arkeoloji müzesinde Osmanlı dönemine ait pek çok eser sergilendiğini bilmemize rağmen saatin uygun olmaması nedeni ile gezemiyoruz. Sahilde kısa bir mola vererek triliçe ve profetrol tatlılarının tadına bakıyoruz.Şefin önerisi; kraliçelere layık triliçe! Önemli bir gözlemimiz ise buradan itibaren Arnavutluk’un İtalyan kültürünün hakimiyetine girdiğini görmemiz oluyor. Zira kahve istediğinizde alternatifiniz ya espresso oluyor ya da capiccino.
Tiran
Draç’tan yaklaşık 45 dakika sonra 110 metre rakımlı Tiran’a ulaştık. Otelimiz Enver Hoca döneminde yapılan yapay bir gölün hemen yanında. Kısa bir moladan sonra akşam yemeği için şehrin popüler mekanlarından birisine gidiyoruz.Batı tarzında bir işletme, Adriyatik balıklarını Fransız şarapları eşliğinde tadıyoruz, yemekler güzel fiyatlar ondan da güzel sanırım şehrin en gözde restoranından kişi başı 20 euro hesap ödeyerek ayrılıyoruz.
Tiran sabahına uyanıyoruz. Tiran Osmanlının kurduğu şehirlerden birisi.İskodra Salnamesinde 1604 yılında İran’da şehit düşen Süleyman Paşa tarfından kurulduğu yazılmış. Zamanla ticaret yollarının kesiştiği bir noktada yer alması nedeniyle gelişip canlanmış. Bu canlılığa ait izleri Evliya Çelebi’de de görüyoruz.” Zahmetli Kërraba geçidinden gelerek kasabaya ulaşan Evliya Çelebi buranın Ohri sancağına bağlı olduğunu, bir voyvoda ile bir kadının görev yaptığını, birçok camisi, hanları, hamamları, alışveriş yapılan sokakları ve meyve bahçeleri bulunduğunu yazar. Kasaba geniş bir düzlükte kurulmuştur ve bütün binaları kiremitle kaplanmıştır (Seyahatnâme, VI, 106). Bu kısa tasvir bir klişe de olsa Tiran’ın köyden kasaba haline geldiğine ve önem kazandığına işaret eder.”
Sadece Evliya değil Batılı seyyahlarda bu dönemde Tiran’dan güzellikleri ile söz eder. Georg von Hahn etrafı uzun kavaklar ve selvi ağaçlarıyla çevrilmiş, canlı biçimde boyalı camilerden hayranlıkla söz eder. 2000 hânesi olan Tiran’da sadece 100 hâne müslümanlara aittir. 1858’de Fransız konsolosu H. Hecquard civarındaki verimli ova kadar şehrin güzel karakterini vurgular, bunun yanında Tiran’ın Arnavutluk’un en “oryantal” (Doğu görünümlü) şehri olduğunu belirtir. XX. yüzyılın başlarında Ippen Tiran’ın büyüdüğünü kaydeder. Bu dönemde Tiran’ın 13.000’i müslüman, 1300’ü Ortodoks, geri kalanı Katolik toplam 15.000 kişilik nüfusu vardır. XVIII. yüzyılın ilk yarısında el sanatları, hizmet ve ticaret erbabının 400 civarında dükkânı bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bunların sayısı 730’a çıktı. Bu devirde Tiran pazarında yıllık 100.000 m. yün ve pamuklu elbise, abâ ve 160.000 m. yüksek kalitede kadife satılıyordu. Osmanlı döneminin sonunda Tiran’da kırk cami ve mescid bulunduğu ifade edilir.
19.Yüzyıla gelindiğinde Tiran kazası 101 köyü içermekte, 31.383’ü müslüman olan toplam 32.322 kişilik nüfusa sahip bulunmaktadır. Nüfusun geri kalanı Ortodoks veya Katolik’tir. Kazada altı cami, elli dokuz mescid, kırk yedi tekke ve zâviye, bir medrese, bir rüşdiye, on üç ibtidâî mektep, bir Rum, bir Katolik mektebi, iki Rum ve bir Katolik kilisesi vardır. Bunların dışında bir hamam, bir saat kulesi, otuz bir han, yirmi meyhane ve bir eczahane mevcuttur. Kāmûsü’l-a‘lâm’a göre ise İşkodra vilâyetine bağlı Draç (Durres) sancağındaki Tiran 17.000 kişilik nüfusa sahip bir kaza merkezidir.
Bu demografik zenginlik başarı ile korunmasına rağmen, bilhassa dini miras kültür devriminin Arnavutluk’a yansıması nedeniyle maalesef korunamamıştır.
Arnavutluk’un bağımsızlığından sonra ilk Başkent’i Draç olmuştur. 1920 yılında Luşinye’de düzenlelen milli kongreden sonra ise Başkent Tiran ilan edilmiştir, bu durum şehrin gelişimini hızlandırmıştır. 1938 yılına gelindiğinde şehrin nüfusu artık 25.000 olmuştur. Ancak asıl gelişim İtalyan İşgali sırasında yaşanmış, İtalyan mimarisi şehre damgasını vurmaya başlamıştır. Kral Ahmet Zogu için bir saray ve bakanlıklar başta olmak üzere pek çok kamu binası inşa edilmiştir. Şehrin tren istasyonu ile birlikte eksenide bu dönemde değişir. Kentin merkezi bölgesine İskender Bey meydanı inşa edilir, bu meydanın hemen yanında Osmanlı’dan izler taşıyan iki yapı da ayakta kalmayı başarabilir. Bunlar Ethem Bey Cami ve Saat Kulesidir.
Günümüz Tiran’ının nüfusu 800.000 civarındadır. Görülmesi gereken yerler İskender Beğ meydanı ve anıtı,1830 yılında yapılan saat kulesi ve Ethem Bey cami ile meydanda bulunan Arkeoloji müzesidir.
Günümüzün Tiran’ı yukarıda söz edilen oryantalist izlerini yitirmiş durumda. İtalyan mimarisi, sosyalizmin meşhur geniş ve uzun caddeleri ile yaratıtğı çizginin yanı sıra kapitalizme geçtikten sonra ortaya çıkan kent yoksullarının kurduğu gecekondu semtleri ve globalizmin çağdaş mabedleri olan gökdelenler şehrin yeni mimari görünümünü olluşturuyor.
Şimdi gelin sizi Tiran meydanında bir zaman yolculuğuna çıkarayım. Kentin meydanına adını veren üstüne bir de anıtı dikilen İskender Beğ kim ola?
Arnavut milli kimliğinin inşasında önemli bir yapı taşı olan bu kişiyi sizlere biraz daha yakından tanıtayım:
İskender Beq
1405 yılında doğmuş ve asıl adı Gergi imiş. Bölgenin önemli ailelerinden Kastriyotaların çocuğu imiş. Babası İvan’da diğer Arnavut beyleri önceleri I. Murat’ın idaresini tanır. Bu nedenle Ergiri’nin kuzeyindeki topraklara Osmanlılar Yuvanili adını verir. Ancak Fetret devrinde Yuvan Venediklilerin himayesine girerek Osmanlı tabiyetinden çıkmağa çalışır. Ancak II. Murat bu ihtimali ortadan kaldırır. 1431’de Evrenosoğlu Ali Bey’in Ergiri’de Sancakbeyi olduğu bu dönemde Yuvan 9 yaşındaki oğlu Gergi’yi rehin olarak Edirne Saray’ına gönderir.
İçoğlan eğitimi alan Gergi müslüman olup İskender adını alır. Babası Yuvan oğlunun bir Osmanlı beyi olarak gelip kendi topraklarını almasından korkar ve Venediklileri bu konuda uyarır.
Gerçekten Osmanlı belgelerinde bir süre sonra İskender’i buralarda Tımar sahibi olarak görürüz. Yine belgelerde Sancakbeyinden babasının topraklarını da istediğini ancak hayır yanıtı aldığını öğreniyoruz. Bu durum İskenderi’n Osmanlı’ya bağlılığını sarsmış olacak ki, 1443 yılında Tımarlı sipahi olarak katıldığı İzladi Savaşında yaşanan bozgun sonucunda cepheden kaçtığı ve isyan ettiği düşünülmektedir.
Bu dönemde Macarların düzenlediği yeni haçlı seferi, herkesi Osmanlıların Avrupa’dan atılacağına inandırmıştı. Osmanlı Arnavutluk’ta yerli beyleri Tımar sahibi sipahi olarak kendi topraklarına atamıştı ancak nihayetinde mülkiyet ve veraset haklarını kaybetmişlerdi. İşte şimdi herkes kendi mülklerine kavuşma hayali kuruyordu. İskender’de babasının topraklarını ele geçirmek için harekete geçti.
Rumeli Beylerbeyi Kasım’ın ordugahından kaçan İskender Venediklilerin de desteği ile Kocacik ve Akçahisar’ı zaptetti, irtidad etti ve diğer Arnavut beylerinin de bir kısmını kendi çevresinde toparladı. Osmanlı’da artık adı “Hain İskender”di.
İstanbul’u alan koca Fatih, Akçahisar’ı alamadı. Arkasını Venedik’e dayayan İskender’in 3000 adamı vardı, diğer beylerden sağladığı desteklerle bu sayı 8000 kişiye kadar çıkmasına karşın hiç bir zaman Arnavutların tamamının desteğini alamadı. Buna rağmen 25 yıl Osmanlıyı meşgul etmeyi başardı. Başarılı bir gerilla mücadelesi verdi, papanın takdirini kazandı ve mücadelesi ancak eceli ile öldükten sonra sona erdi.
İşte bu mücadeleci kişiliği onu Arnavut milli kimliğinin inşasında önemli bir unsur yaptı. Anısı bugün Arnavutluk’ta meydanlardan, heykellere hatta meşhur konyaklarına kadar yaşamaktadır.
Edhem Bey Cami.
İskender Beğ Meydanında saat kulesi ile birlikte yanyana durmaktadır. 18.yüzyıla ait bir eserdir. Tek kubbeli ve kare planlı bir yapıdır. Dini yapılara uygulanan vandalizmden müze fonksiyonu kazanarak kurtulmuştur.
1992’den itibaren ibadethane fonksiyonu kazanmıştır. Minaresi diğer Rumeli minareleri gibi oldukça yüksektir ve gövdesi yivlidir. Cami klasik Osmanlı mimarisini yansıtmakla birlikte, Rumeli’de görebileceğiniz abartılı kalem işi süslemeler burada da göze çarpar. Benim Rumeli’de Kalkandelen Alaca Cami’den sonra gördüğüm ikinci örnektir.
İşkodra Panoraması
İşkodra’ya çıktık yola 15 kişi:
Yarım günlük hızlı Tiran şehir turundan sonra İşkodra’ya doğru yola koyulduk. Kuzeye doğru çıktıkça hem yükseklik artıyor hem de yeşil ve tonları. Yaklaşık 2 saat sonra İşkodra’dayız.
İşkodra veya İskenderiye’ye bugün Arnavutlar Shkoder adını veriyor. Ülkenin kuzeybatısında lagün kenarında bir şehir. Kaleden bakınca Edirne’ye bakıyor gibi hissettim kendimi. Zira Edirne nasıl Meriç, Tunca ve Ergene nehirlerinin kavşağında kuruldu ise İşkodra’da Kir, Drin ve Boyana nehirlerinin kavşağında kurulmuş.
II.Mehmet Cami
Edirne ile benzerliği elbette sadece coğrafyasından ibaret değil, tarihi benzerlikleri de var. Malum Balkan Harbinde teslim olmayan üç şehir vardı. Bunlar Esat Paşanın direndiği Yanya, Şükrü Paşanın direndiği Edirne ve Hasan Rıza Paşa’nın direndiği İskodra. Bu nedenle Rozafat kalesine çıkarken en beğendiğim kır çiçeklerini topladım yol boyunca paşanın mezarına rastlarım umudu ile gel gelelim mezarına denk gelemedim yine de aziz anısına kalenin en yüksek yerine bıraktım kır çiçeklerini.
Kurşunlu Cami
Şehir II. Beyazıt devrinde yapılan cami ile islami kimlik kazanmaya başlamış. Bu tedrici islamlaşmaya Safevi Ulama Beyin yaptığı hayır eserleri ve Tekeli Yörüklerinin iskanının da rol oynadığını unutmamak gerekir. Evliya Çelebi şehri orta ölçekli bir şehir olarak tanımlar ve 11 cami içerdiğinden söz eder.
Osmanlılar başarısız geçen bir çok kuşatmadan sonra bizzat Fatih Sultan Mehmet’in katıldığı bir kuşatma sonucu şehri boş olarak almış. Anlaşma gereği ahali şehri boşaltıp Venedik topraklarına göç etmiş. Bu nedenle İşkodra yüz yıla yakın bir süre nüfus ve ekonomik olarak yetersiz kalmış.
Şehir ancak 18. yüzyıldan sonra o da Arnavut Buşatlı ailesinin merkezi olması nedeniyle önem kazanır. Ailenin burada yaptırdığı Kurşunlu Cami ülkenin en büyük ve önemli camisi olmuş. Osmanlı daha sonra bu aileyi İşkodra’dan uzaklaştırmış.
Ermeni coğrafyacısı İnciciyan İşkodra’nın Tophane, Terzihan ve Tabaki semtlerine ayrılmış yirmi beş mahallesiyle gelişmiş bir ticaret merkezi olduğunu, müslüman nüfusun 8000, Katolikler’in ise 600 hâne bulunduğunu, ayrıca kırk camiye karşılık bir kilisenin faaliyet gösterdiğini kaydetmiştir. Kalede de 150 müslüman hâne ve iki cami mevcut bulunduğunu aktarmıştır.
Enver Hoca döneminde bu şehirde de Kurşunlu cami hariç bütün dini kurumlar yok edilmiş. Kurşunlu Cami 1996 yılından sonra yeniden ibadete açılmış. Kalede bulunan Fatih Sultan Mehmet Camiinin kalıntıları da koruma altına alınmış.
İşkodra’da her ne kadar dini mimari mirasın bakiyesi yetersiz olsada, sivil mimari miras sizi dolaşmak için sokaklarına çağırmaya devam ediyor.
Son günümüz artık Arnavutluk’a veda etme zamanı ama hala göreceğimiz yerler var.Sıra Elbasan’da:
Elbasan surları ve saat kulesi
Elbasan:
Draç’dan gelen “sol kol”un geçtiği Shkumbin vadisi boyunda yer alan bir noktada İskender Beğ isyanını ve ülkenin kuzeye giden yollarını kontrol altına almak amacıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan bir kale olarak kurulmuştur. Arvanid ilini basan(gözetleyen) anlamına geldiği öne sürülür. Bu kale 6. yüzyıldan beri boş bulunan Scamba şehrinin kalıntıları üzerinde yükselmiştir. Günümüzde sadece yeni yapılan sur değil bu şehrin kalıntıları da görülebilmektedir.
Burayı büyük ve mâmur bir şehir olarak tavsif eden Evliya Çelebi kalenin düz zeminde kare şeklinde bir bina olduğunu, içinde 460 kadar evin bulunduğunu, fakat burası “iç il” kabul edildiğinden kalede muhafızların mevcut olmadığını, taşra varoş kesiminin çok büyük bir alanı kapladığını yazar. Ona göre bu kesimde bağlık ve bahçelik 1150 kadar ev, on sekizi müslümanlara, onu hıristiyanlara ait yirmi sekiz mahalle, kırk altı cami, 900 dükkân, üç imaret ve üç hamam vardı.
Arnavutluk’ta ki tek mevlevi dergahı Elbasanda idi. Sinan Paşa ve Nazır Cami dışındaki bütün camiler 1967 yılından sonra yıkıldı.Kale içindeki evler ve 17. yüzyıldan kalma saat kulesi ise bugün koruma altındadır.
Son söz:
LMV ile bir grup mübadil çocuğu ile çıktığımız yolculuk için yaptığım okumaları karşılaştıklarım ile harmanlayarak sizleri tarihin içinde bir yolculuğa çıkarmak istedim. Bir keyif gezisinden ziyade bir keşif seyahatiydi o nedenle biraz koştur, koştur oldu bu nedenle yeterince not dahi alamadım. Bu yüzden biraz yalap, şalap bir yazı oldu ama sonraki seyahatlere baz olması için not almak ve sizlerle paylaşmak istedim. Okurken eğer sıkıldıysanız, gezerken sıkılmayacağınızdan emin olabilirsiniz.
Neredeyse her yolculuğumuzda karşılaştığım bir Rumeli klasiği olan bölünmüş ailelerin buluşmalarına bu gezide de tanık oldum ama bunları bu kavuşmaların sahipleri bizlerle paylaşacak.
Ezcümle beklediğimden farklı bir Arnavutluk buldum. Orta üst gelir grubunda bir ülke, çalışkan, genç ve dinamik bir toplum. Dinsel farklılıkların ulus olmanın önüne geçemediği bir ülke.
Unutmadan en güzel kızları da adeta İşkodra’da toplanmış!
Gezip görülesi bir ülke, kültürel bağlarımızın hala yaşadığı bir ülke…