GİRİT BİR ADA MIDIR YALNIZCA
Belgin Çallıoğlu
Girit, Ege’de bir ada mıdır yalnızca? Yoksa bir çok Egeli için memleket midir? Hep yakın gelirdi bana Girit ve Giritliler. Çünkü benim Giritli Ninem, Giritli İhsan Teyzem çocuk gönlümde iz bırakanlardandı. Onların tertemiz evleri, el işleri belleğimde kalmıştır ve bir de konuştukları sözcükler; anlamasam da hoşuma giden.
Lozan Mübadilleri Vakfımız bu kez izmir’den Girit’e gezi düzenleyince ve sevgili Şule, İstanbul’dan geliyorum, birlikte gidelim deyince, Lale ve Seçkin hanım istedikleri halde özürleri çıkıp katılamayınca atladık uçağa ve kırk dakikada indik Heraklion/Kandiye Hava Alanı’na.
İlk durağımız, Ayios Nikolaos’dı. Oradan sevgili Vakıf temsilcimiz Tanaş Cimbis’i alıp nefis manzarasıyla krater gölünde fotoğraf çektik. Ve hepimiz son günlerin Haziran’a benzemeyen bulutlu ve seller akıtan havasından sonra Girit’in Hellos’una kavuşmaktan mutluyduk doğrusu. Yoğun program nedeniyle Şule’yle içimizde kalan göl kenarındaki kahve hayaliyle ‘kutsal taş’ anlamına gelen Iera Petra’ya doğru yeniden yola koyulduk.
Elounda’da ilk önce ‘Spina Longa’ yani ‘uzun diken’ adasına ya da 1950 lere dek cüzzamlıların tedavi edildiği adaya gidildi. Aslında yakın adalara düzenlenen turlardan biri de Barbaros Hayrettin Paşa’nın adı ‘Pirate Barba Rossa’ yani ‘Kızıl Korsan’ olarak geçen paşa’mızın adasınaydı.
Uykusuzca ve sabah çok erken başlayan bir uçuşun ardından süren bu turlardan sonra Bella Petra’da yenen, güzel sunumlu ve enfes lezzetli yemek hepimizin enerjisini yerine getirdi. Mayısta İstanbul’da izlediğimiz halk oyunları ekibinin üyeleriyle bir arada olmak ve halay çekmek de neşelendirdi bizi. Ve yemeğin en güzel yönlerinden biri de eski gezi arkadaşlarımızdan Reha Erekli ve eşi Sibel’le tüm yolculuk boyunca süren kutsal masa arkadaşlığının ilkinin yaşanması ve hep aynı yılların insanları olarak benzer esprilerle gezi üyelerimizi tanımaya çalışmamızdı.
İlk günü hala bitiremediğimin farkındayım. Sevgili başkan Ümit Bey ve genel sekreter Sefer Bey bir arada olunca ikisinin de katkılarıyla bu yoğun yolculuğun bir sonraki durağı Iera Petra ya da ‘kutsal taş’ oldu. Ve akşam özellikle Reisdere ve Alaçatı mübadillerinin kurduğu derneğe konuk olduk. Nasıl da candan karşılandık ve ağırlandık her ziyarette olduğu gibi . Sonra da genç bir çiftin yaptığı müziği dinledik kıyıdaki kafelerden birinde.
Ertesi sabah Kandiye’ye gittik önce. Kazancakis’in mezarını ziyaret ettik. Sadeliği ve üzerindeki yazısıyla bize ‘Zorba’ gibi bir filmin kitabını da armağan eden bu büyük yazarın ve felsefecinin mezar taşında ‘Hiç bir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm’ yazar şehrin en yüksek tepesinde.
Ve çok görmek istediğim bir yerde Knossos Sarayı’ndayız bugün. Söylencelerin gerçeğe dönüştüğü bir yer burası. Labirentlerin doğduğu saray. 1500 den fazla odasını olduğu söyleniyor. Benim çok sevdiğim o incecik, zarif figürlerin bol kullanıldığı, başka bir deyişle estetiğin doğum yeri Minos uygarlığının tam ortasındayız…
Ana tanrıçaların doğum yeri de Girit. Sefer Bey’in eski arkadaşı Ömer Bey de ‘Anadolu uygarlığının gözeleri Girit’tendir’ diyerek son noktayı koyuyor. Minos uygarlığının eril rengi pembe, dişil rengi beyaz tüm duvar resimlerinde. Ertesi sabah gezdiğimiz Heraklion Müzesinde sergilenen mozaikler, küpler ve duvar resimleri hele takılar çok zarif gerçekten. Müze görevlileri de öyle. Bir gün önce İera Petra’nın müze görevlisinin öfkeli davranışlarının tam aksine
Müzeden sonra Resmo’ya gidiyoruz. Mübadele öncesinde yoğun Türk nüfusa sahip bu şehirde Venedik ve Osmanlı etkisi çok yoğun.
Kalesi ve limanı etkileyici.Ancak cunta döneminde pek çoğu yok edilmiş.
Ben bu gezide en çok Hanya’yı sevdim. Eski limanı İzmir’i anımsattı belki de. Bir de insanlar nasıl da candan ve güler yüzlü. Otelimizin karşısında Kapalı Çarşı, az ilerisinde Hünkar Camii. Çan kulesi ve minaresiyle bir arada çok etkiledi beni. Sahilde eski evler. Yan yana daracık cepheleri , rengarenk çiçeklerle çevrelenmiş. Hele mübadeleden sonra devirdikleri minaresinin yokluğuna karşın gücünü koruyan Yalı Cami. Sahilde yenen yemekler… Hasanaki Meydanı’nın ulu çınarları, üzerlerine maniler kazınmış Girit bıçakları…
Dönüş yolunda El Greco’nun köyüne uğradık. Köyün yukarı kısmındaki müzede gencecik anne Christina’nın güzelliğinin
ışığı etkiledi herkesi. Neyse ki ne Türkçe ne de İngilizceyi anlamadığından Sibel ‘in ”Kızım gel, Türkiye’de dizi yıldızı olursun. ” önerisine karşılık veremedi. Onu yaşlıların bol makrome ördüğü köyünde bırakıp yola çıktık.
Evet, bir geziyi daha yaşadık Vakıfla. Girit, Samyotisa, rengarenk çiçekler, çok farklı ama çok renkli yolcular, lezzetli Girit mutfağı, iki ulusun birbirlerine sıcak yaklaşımı,son anda bize billur sesiyle şarkılar söyleyen sevgili Hülya hanım, kitaplarını yazarken dedelerini yeniden yaşatan Ferda hanım, İzmir’de de Vakfı omuzlayan Taner Bey ve bu yolculuğa eşiyle birlikte katılan Sefer Bey, güler yüzüyle başkanımız Ümit Bey,tek tek isimlerini yazamadığım diğer arkadaşlar ve sevgili arkadaşım Şule ile dostluğumuzu paylaştığımız sevgili Erekliler ile daha nice gezilere ...