KAYALAR-KESRİYE–FLORİNA–VODİNA–YENİCE-İ VARDAR
LMV tarafından 2000 yılından beri geleneksel olarak bahar aylarında düzenlenen Mübadil Buluşmaları bu yıl Kaylar/Kayalar, Kesriye , Florina, Vodina ve Yenice-i Vardar’da gerçekleşti. Değerli dostumuz İskender Özsoy’un Bizim Gazete ve Birgün Gazetesinde, Nurtel Ertul’un Dünden Bugüne Tercüman Gazetesinde yayımlanan haber ve izlenimlerini zevkle okuduk. Yaşadığımız, gördüğümüz güzellikleri bizlerle paylaştılar. Sağolsunlar. Benimki biraz yakınma ve içimi dökme olacak. Sabrınız için şimdiden teşekkürler.
VİZE SORUNU
Bu yılki buluşmaya birinci kuşak mübadillerden nüfus kayıtlarına göre 1922 Selanik doğumlu Mehmet Recep Özan ve 1332 (1916) Karacaabat doğumlu Hasan Durgut ile birlikte toplam 56 mübadil ve mübadil dostu başvuruda bulundu. Bilindiği gibi Yunanistan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize uyguluyor. Her buluşma öncesinde özellikle Yunanistan doğumlu 1.kuşak mübadillerin vize alıp alamayacakları konusunda endişeleniyoruz. Endişelenmekte haksız da sayılmayız. Geçen yıl olduğu gibi bu yılda bir sorun yaşadık. Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu vize bölümü yetkilisi M. Recep Özan’ın pasaportunun doğum yeri hanesinde yazılı olan Selanik sözcüğünün silinerek yerine THESSALONIKI yazılması gerektiğini söyleyerek başvuruyu kabul etmemiş ve pasaportu turizm firmasına iade etmiş.
Böyle bir gerekçe ile vize başvurusunun kabul edilmeyişini şaşkınlık ve hayretle karşıladık. Yunanistan Konsolosluğundan tanıdığımız bir yetkiliye sorunu aktardık. Vize bölümü sorumlusu ile görüşmüş, sonra bizi aradı. Vize bölümü sorumlusunun yanıtı: “Ben bu şekilde vize veririm; ama sınırdan çevirirler” olmuş. Bunun üzerine M. Recep Özan’ın yakınları pasaportu veren Sarıyer Emniyet Müdürlüğüne istenilen değişiklik için başvuruda bulundu. Kendilerine, Selanik’i Thessaloniki olarak değiştiremiyeceklerini; ama istenirse doğum yeri hanesine Yunanistan yazabileceklerini söylemişler ve o şekilde de değiştirmişler. Doğum yeri hanesindeki Selanik silinerek yerine Yunanistan yazılmış olan pasaportla vize için ikinci kez başvuru yapıldı. Vize bölümü yetkilisi bu kez başvuruyu kabul etmiş; ama dostça uyarıda bulunmayı da ihmal etmemiş: “Sınırdan çevirirlerse karışmam!”
Bir kez daha yer adları konusunda iki devlet arasında sürüp giden anlaşmazlıkların, gizli-açık genelgelerin kadrine uğramış olduk..
İki yıl önce de 1332 (1916) Kayalar doğumlu Fatma Palabıyık’ın vize başvurusu Yunanistan Edirne Konsolosluğu tarafından aynı gerekçe ile reddedilmişti. Dileğimiz bu tür gerekçelerle 1.kuşak mübadillerin doğup büyüdükleri toprakları ziyaret etmelerine bundan sonra engel çıkarılmaması. Çekilen acılara bir yenisinin daha eklenmemesi..
YURT DIŞI ÇIKIŞ HARCI VE VİZE ÜCRETİ
Büyüklerimizin “Memleket” dedikleri topraklara yolculuğumuz 26 Mayıs gecesi saat 24.00’te Fenerbahçe Stadının önünden başladı. Sabaha karşı İpsala Gümrük Kapısındaydık. Türkiye’den çıkış yapabilmek için 70 milyon liralık Yurt Dışı Çıkış Harcının ödenmiş olması gerekiyor. Gazetelerin yazdığına göre son bütçe görüşmelerinde bu uygulamanın kaldırılacağı ön görülmüştü ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın istemi üzerine Mecliste uygulamanın devamına karar verildi. Çaresiz hepimiz 70 milyon lira (yaklaşık 40 Euro) verip bir adet pul aldık, pasaportlarımıza yapıştırdık ve çıkış işlemlerimiz yapıldı. Ana-Babamızın memleketlerinde 3 gece 4 gün geçirebilmek için daha Türkiye’deyken harcamamız 100 Euroyu geçti. (Vize ve sağlık sigortası için de yaklaşık 60 Euro ödedik ). Vize ve Yurtdışı Çıkış Harcı sorunu olmayan Yunanistan vatandaşları 100 Euro ile İstanbul’da bir hafta sonu geçiriyor.
Vize sorunu, iki ülke arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin gelişmesinin önündeki en büyük engel. Her iki ülkede sınır illerindeki yerel yönetimler ve ticaret odaları bu engelin bir an önce ortadan kaldırılmasını istiyor. Biz mübadiller, onlardan daha çok istiyoruz bunu. Mübadillerin doğdukları toprakları ziyaret etmeleri iki ülke arasındaki inişli çıkışlı siyasi sorunlar nedeniyle uzun yıllar mümkün olamadı.
1. kuşak mübadillerin büyük çoğunluğu doğdukları toprakları terk ettikten sonra içlerinde göç acısı ve memleket özlemi ile aramızdan ayrıldılar. Sayıları çok azalanlara da SHENGEN eziyeti çektiriliyor. Topu AB’ye atmadan, Türkiye ve Yunanistan Hükümetleri bu soruna makul bir çözüm bulabilirler. Bulmalarını da umuyor ve bekliyoruz. Yurt dışı çıkış harcının kaldırılması ise Hükümetin tasarrufundadır. Yöneticilerimiz tarafından sık sık dillendirilen dışa/dışarıya açık, küresel bir aktör olma iddiasındaki bir ülkenin içe/içine kapanık yurttaşları olmak istemiyoruz. Bu uygulamanın kaldırılmasını talep ediyoruz.
SINIR KAPILARI
Türkiye sınır kapısında işlemlerimiz tamamlandı, Yunanistan sınır kapısına hareket etmek üzere otobüsümüze bindik; ama bir terslikle karşılaştık. Otobüsümüzün mazotu bitti. Benzin istasyonu 200 m. ileride. “Kardeşim bu ne tedbirsizlik” diyenlerimiz oldu; ama işin sırrını daha sonra çözebildik. Ticari araçlara gümrüklerde indirimli mazot satılıyormuş. Hem de piyasanın yarı fiyatına. O nedenle otobüslerin deposunda sınıra götürecek kadar mazot bulunuyormuş. Sınır gümrüklerinde tıpkı “Duty Free Shop”lar gibi gümrüksüz mazot satışı yapan istasyonlar var. Otobüsler çıkışta Türkiye tarafında girişte ise Yunanistan tarafında depolarını ucuz mazotla dolduruyorlar. Önce bidonlarla otobüsümüzü hareket ettirecek kadar mazot getirildi, sonra da otobüs istasyona çekilerek deposu dolduruldu, Türkiye sınırından geçip saat 07.00 de Yunanistan sınır kapısına ulaştık. Yunanistan sınır görevlileri sabah 07.30’da nöbet değiştiriyor. Görevi bırakacak olan memur 55 kişinin işlemlerini ben yetiştiremem, yeni gelen arkadaş yapacak deyince Yunanistan sınırında da bir saat beklemek zorunda kaldık. Neyse ki gümrükte bagajlarımızı indirip tek tek kontrol etmediler de kaybettiğimiz zamanı telafi ettik diye teselli bulduk.
Yunanistan pasaport polisinde ve gümrüğünde işlemlerimiz tamamlandıktan sonra ilk durağımız Dedeağaç (Alexandrupoli) oldu. Dedeağaç’ta, her buluşmada bizleri yalnız bırakmayan, yaşamış olduğu Girit’ten-Atina’dan kalkıp gelen, hiçbir maddi karşılık beklemeden, gönüllü olarak bizlere yardımcı olan değerli dostumuz, İstanbullu hemşehrimiz Tanaş Çimbis ile buluştuk. Daha önceki buluşmalarda olduğu gibi bu buluşmada da Tanaş bizim dilimiz, gözümüz, kulağımız oldu. Dört gün boyunca Türkçe’den Yunanca’ya, Yunanca’dan Türkçe’ye durup dinlenmeksizin çeviri yaptı. Yolumuzu, yönümüzü onun rehberliğinde bulduk. İzlerimizi onun rehberliğinde sürdük.. LMV ve tüm yol arkadaşları olarak kendisine içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Dedeağaç’tan sonra Gümülcine ve İskeçe’ye uğramadan Kavala’ya geçtik. Kanuni döneminde yapılan su kemerlerini, M.Ali Paşa’nın evinin ve heykelinin bulunduğu eski Türk mahallesini gezdik. İmarethane turistik bir otele dönüştürüldüğünden ancak dıştan görebildik. Kapadokya kökenli Andonia’nın balık lokantasında öğle yemeğimizi yedikten sonra Selanik için yola koyulduk.
Kavala’da “ Tam Aziz Nesinlik” denilen türden bir olay yaşadık. Otobüsümüz iki katlıydı. Her duruş kalkışta eksik arkadaşımız var mı diye sayım yapıyoruz. Kavala’dan hareket etmeden önce de hem alt katta hem üst katta değişik arkadaşlar birkaç kez sayım yaptı, iki kişi eksik çıktı. Kim var, kim yok tespite çalışıyoruz.. Kesriye kökenli Melih ve Nezih Göl kardeşler gözümüze çarpmadı. ‘Melih ve Nezih kardeşleri gören var mı?’ diye sorulduysa da kimseden bir ses çıkmadı. Cep telefonlarından aradık, telefonları görüşmeye kapalıydı. Civardaki kafelere baktık, yoklardı. Otobüsle Kavala’nın içinde bir tur atalım, belki kendilerine rastlarız veya onlar otobüsü görürler diyerek şehir içinde bir tur attık, kimseye rastlayamadık. Şoför bu durumu polise rapor etmemiz gerekiyor deyince son bir umut tekrar otoparka bir bakalım dedik. Otoparkta polise durumu bildirdik. Polis olayın üzerinde fazla durmadı. Yanıtı; “bize herhangi bir başvuru yapılmadı” oldu. Polisle telefon görüşmesi yapılırken sigara içmek için otobüsten inenler oldu. Bir de ne görelim, inenlerin içinde Melih ve Nezih Göl kardeşler de var. Gerçek miydiler yoksa hayal mi görüyorduk. Siz neredeydiniz, sizi arıyoruz? sorusunu “Otobüsteydik.” diye yanıtladılar. Melih ve Nezih herkesten önce gelip otobüsün üst katındaki ön koltuklara oturmuşlar, kendilerini aradığımızdan, olup bitenden hiç haberleri olmamış. Tekrar sayım yapıldı. Grup tamamdı. Bundan sonraki durağımız Selanik’ti.
SELANİK
Selaniğe saat 18.00 sıralarında vardık. Bu yıl ki Buluşmaların ağırlık noktası Selanik olmadığı için kentin içini otobüsle dolaştık. Mübadillerin gemilere bindirildiği limanı, Kordon Boyunu, Beyaz Kuleyi, şu anda vilayet binası olarak kullanılan Sultan Abdülhamit’in üç yıl mecburi ikametgahı olan Alaattini köşkünü, eski Yalılar Mahallesinde ayakta kalmayı başarabilmiş köşkleri, Hamza Bey Camiini, Bedesteni, Yahudi Hamamını, Sindrivani (Şadırvan) meydanını hızlı çekim görüp otelimize yerleştik. Sabahki programımız Atatürk’ün Evini ziyaretle başladı. Ziyaretten sonra gurubumuz ikiye ayrıldı.
Bu yılki buluşmamızda, Sarıyer’e bağlı Gümüşdere köyünden onbir, Kütahya’dan iki, Erdek’ten iki ve Yalova’dan iki olmak üzere toplam onyedi arkadaşımız Karacaova kökenliydi. Bu onyedi kişinin onbeş tanesi de aynı köyden; Fuştan köyündendi.
Karacaova kökenliler kendi köylerinde daha fazla vakit geçirebilmek için Kayalar, Kesriye ve Florina’ya gelmek istemediler. Onları ayrı bir otobüsle Selanik’ten Karacaova’ya yolcu ettikten sonra grubumuz Kayalar’a hareket etti.
KAYLAR VEYA KAYALAR
Bu günkü adı Ptolemaida ( Ptolemaidos İskenderin komutanlarından birinin adı) olan Kayalar kasabası mübadelen önce Türk-Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları bir bölgeydi. Hem kasabanın içinde hem de köylerinde çoğunluk Türklerdeydi. Günümüzde Edirne’den Sivas’a kadar bütün mübadil yerleşimlerinde Kayalar kökenlilere rastlamak mümkün.. Bazı kayıtlarda kasabanın adı Kaylar olarak geçer. Yunanistan da hala Kaylari diyorlar. Yaşlı Türk mübadillerin bir kısmı da kasabaya Kaylar der. Sanırım zaman içinde Kaylar sözcüğü Kayalar olarak telaffuz edilmeye başlanmış. Kayalar bir ova kasabası. Düz bir arazi üzerinde kurulmuş. Geleneksel tarım ürünleri yetiştiriliyor. Bir de linyit kömürü üretimi var. Yoldan geçerken kömürle çalışan termik santrali görülebiliyor.
Kayalar’a girdiğimizde otobüsümüzü belediye binasının önünde park ettik ve “Ptolemaida Küçük Asyalılar Derneği”ni aradık. Ptolemaida’lı mübadiller geleceğimizden haberliydiler.
Selanik’teki Kapadokya Suvermez kasabasından gelenlerin kurmuş olduğu derneğin başkanı Ioannis Spiropulos bizlerin geleceğini Kayalar, Kesriye ve Vodina’daki mübadil derneklerine bildirmiş, onlar da bizleri karşılamak ve ağırlamak için hazırlık yapmışlar.
Ptolemaida Küçük Asyalılar Derneği, girişi sütunlu antik yapıları çağrıştıran tarzda inşa edilmiş müstakil bir binaya sahip. Alt katta büyük bir toplantı salonu, yönetim odası, çekme katta ise bir kütüphane ve arşiv bölümü yer alıyor. Duvarlar geldikleri yörenin eski fotoğrafları, Anadolulu ünlülerin fotoğrafları, derneğin etkinlik fotoğrafları ile süslenmiş. Dernek başkanı Bergama kökenli Yorgos Filioğlu, Başkan Yardımcısı Bursa-Yalıçiftlik kökenli Lefteris Papadopulos, Dernek Genel Sekreteri Bursa-Yalıçiftlik kökenli Hrisostomas Karayanakis ve dernek üyeleri bizleri kapıda karşıladılar. Salona dernek üyesi bayanların evlerinde kendi elleriyle yapmış oldukları börekler, çörekler, tatlılar ve içeceklerle donatılmış masalar hazırlanmış.
Dernek yöneticileri ve üyelerinin sıcak ve samimi karşılamalarından, derneğin çalışmalarından hepimiz çok etkilendik. Bu küçük kasabada derneğin 1500 üyesi varmış. Üyelerin büyük çoğunluğu Marmara ve Ege Bölgesi kökenli. Derneğin aktif bir korosu, folklor ekibi ve tiyatro kolu mevcut. Kan bankası kurmuşlar. Gazete çıkarıyorlar. Radyo programları yapıyorlar. Sözlü tarih çalışması yapıyorlar. Yöresel yemeklerin tariflerini ve fotoğraflarını içeren bir duvar takvimi çıkarmışlar. Kültürlerine titizlikle sahip çıkıyorlar. Bunları görünce hayıflanmamak elde değil. Türkiye’de LMV’yi mübadeleden ancak 77 yıl sonra kurabildik, bırakın müstakil bir binayı, bir apartman dairesine bile sahip değiliz. Sınırlı sayıda üyenin gönüllü katkıları ile ayakta durmaya çalışıyoruz. İstanbul, Edirne, İzmir ve Samsun’daki dernekler de henüz emekleme aşamasında.. Ben mübadil kökenliyim diyen herkesin LMV’nin ve derneklerin çalışmalarına aktif olarak katılması, katkıda bulunması ve desteklemesi en büyük dileğimiz.
Dernekteki ikramın ardından yöneticilerinin rehberliğinde yaya olarak bir şehir gezintisi yaptık. Kayalar eskiden Aşağı Kayalar ve Yukarı Kayalar olarak iki büyük mahalleden oluşuyormuş. “Sulu Dere” olarak bilinen bir dere ayırıyormuş Aşağı ve Yukarı Kayaları. Sulu Dere’nin yatağı değiştirilmiş, eski yatağı kurutulmuş ve kentin ana caddelerinden biri olmuş. Aşağı Kayalar’a Gelibolu, Trakya ve Karadeniz Bölgesinden gelenler, Yukarı Kayalar’a ise Ege ve Marmara Bölgesinden gelenler yerleştirilmiş. Kayalar’da Mübadele öncesi dönemden fazla bir iz kalmamış. Birkaç ev ayakta kalabilmiş. Dernek başkanının verdiği bilgiye göre Eski Cami mübadeleden sonra Aziz Ioannis kilisesi olmuş, sonra o da yıkılmış. Hamam, Han gibi binalar da şu an mevcut değil. Osmanlı yönetimimin son zamanlarında yapılan belediye binası ise yine belediye binası olarak kullanılıyor. Kayalar’dan ayrılmadan önce dernek binasının önünde toplu bir fotoğraf çektiriyoruz. Kayaların yeni sakinlerine ilgi ve konukseverlikleri için teşekkür ederek ayrılırken küçük bir kız çarpıyor gözümüze. Küçük kız “Türkler geldi” diye duyunca , “Acaba neye benziyorlar?” diyerek koşup gelmiş. Bizleri görünce dudaklarından şu sözler dökülmüş: “Aynıymış, bizim gibi”. Küçük kızın hayalindeki Türk imajı nasıldı acaba?
ÇALCILAR (FİLOTAS) KÖYÜ
Kayalar’dan sonra Kastorya’ya giderken yol üzerinde eski adı Çalcılar, yeni adı Filotas olan köye uğradık. Kayalar kökenli Selami Erdem bu köye daha önce gelmiş. Bafra’dan göç eden Evgenia isimli bayan evini bir folklor müzesine çevirmiş. Bu evi ziyaret etmeyi planlamıştık. Köye geldiğimizde Evgenia’nın evi kapalıydı. Evgenia vefat etmiş. Komşuları torununu buldular. Torunu evi ziyaret etmemize yardımcı oldu. Ev gerçekten küçük bir etnografya müzesi.. Evgenia’nın torununa ve sonradan yanımıza gelen kızına ve damadına başsağlığı dileyerek Kastorya’ya doğru yola koyulduk.
KASTORYA
Kayalar – Kastorya yolu düzgün. Trafik yoğun değil. Yeşilin hakim olduğu bir bitki örtüsünün içinden geçerek kıvrıla kıvrıla tepeleri aşıyoruz. Son kıvrımda önümüze yeşillikler içinde mavi bir göl manzarası çıkıyor. Tıpkı Gökova körfezinin veya Yanya’nın tepeden görünüşü gibi büyüleyici bir manzara. Biraz daha ilerleyince gölün kenarında kurulmuş kent seçiliyor. Tepeler bitiyor, düze iniliyor. Bir müddet düz ovada yol alıyoruz. Şehir merkezine gelmeden önce Melih ve Nezih Göl kardeşlerin büyüklerinin gelmiş olduğu Görenci/Goransi (yeni adı Korisos) köyünün içinden geçerek Kastorya’ya ulaşıyoruz..
Kastorya’da ki Rum – Ortodoks Mübadiller geleceğimizden haberli. Sık sık telefon edip nerede olduğumuzu, saat kaçta Kastorya’da olacağımızı soruyorlar. LMV Başkan Yardımcısı Müfide Pekin arkadaşımız onlarla sürekli temas halinde. Otobüsümüz tarif edilen yere, göl kenarındaki Avcılar Kulübünün önüne geldiğinde kalabalık bir grubun bizleri beklediğini gördük. Bekleyenler, Bursa Apolyont’tan (Gölyazı) göç edenlerin kurmuş olduğu Apollania Derneği başkanı bayan Angela Papamancari, dernek yöneticileri ve üyeleriydi. Bayan Angela’nın kocası bir dönem Kastorya belediye başkanlığı yapmış. Kendisi de bir dönem başkan yardımcılığı görevinde bulunmuş. Apolyontlular’ın kent yönetiminde her dönem belli bir ağırlıkları olmuş. Apolyont’tan göç edenler Kastorya’nın dışında Dedeağaç, Demirhisar (Sidirokastro) ve Selaniğe yerleşmişler. Apolyontlular’ın buralarda da ayrı dernekleri varmış. Her yıl veya iki yılda bir bütün Apolyontlular bir araya geliyormuş. Apolyontlular Derneği 20 Ağustos’ta Çanakkale, Bursa, Kapadokya ve İstanbul’u kapsayacak bir gezi organize ediyor. İlgili illerdeki dostlarımıza ve yeni Apolyontlulara şimdiden duyurulur.
Apolyont Derneği yöneticileri Kastorya Belediyesi ile birlikte bizlere hoş bir sürpriz hazırlamışlar: Kastorya gölünde tekne turu. Yaklaşık bir- birbuçuk saat süren bir tekne gezintisi ile gölü çepeçevre dolaştık. Hep birlikte memleket şarkıları söylendi, halaylar çekildi, hal-hatır soruldu, dostluklar kuruldu. Tekne gezintisinden döndükten sonra Avcılar Kulübünde onurumuza bir de yemek verdiler. LMV olarak Kastorya’yı ilk ziyaretimizdi bu. Hepimiz çok etkilendik. Kastorya çok güzel bir kent. Kastorya’daki Apolyontlu mübadillerin sıcak karşılaması ve konukseverleri ise belleklerimizden hiç silinmeyecek…
Kastorya kent merkezini, Osmanlı dönemi mimari eserlerini topluca gezip görme şansımız olmadı. Grubumuzdan yalnızca M.Çetin Özer, Latife Şenyurt ve Müfit İşler şerefesinin alt kısmı ayakta kalmayı başarabilmiş minaresi ile birlikte Kurşunlu Camiini, medreseyi ve diğer eski eserleri fotoğrafladılar. Kesriye’ye yapmış olduğumuz bu ilk ziyareti bir tanışma, bir merhaba olarak kabul ediyor, Kesriye kökenlilerin daha yoğun olarak katılacakları nice buluşmalara diyoruz.
FLORİNA ve Necati Cumalı
Florina Necati Cumalı’nın doğduğu kent. Florina kökenli Erdoğan Özen ve eşi hariç grubumuzdaki diğer arkadaşlar gibi ben de ilk kez gördüm Florina’yı. Bu günkü Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Manastır’a (Vitola) bağlı bir kaza merkeziymiş Osmanlı Yönetimi zamanında. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyormuş. Verilen bilgilere göre, 12.000 bin olan toplam nüfusun içinde Müslümanların oranı ¾ , Hıristiyanların oranı ¼ civarındaymış. Ahali daha çok tütün yetiştiriciliğe ile geçiniyormuş.
Florina’ya gelmeden önce LMV Başkan Yardımcısı Müfiden Pekin, Necati Cumalı’nın Makedonya 1900 adlı romanını Yunanca’ya çeviren yakın dostu olan Anti Karra ile ilişki kurdu. Anti Karra bize Florina’da Necati Cumalı’nın edebiyatçı kişiliği ile yakından ilgilenen bir profesörün adını verdi. Kendisi ile yazışıldı. Geleceğimiz gün bildirildi.
Türkiye’de de LMV Başkanı Ümit İşler ve Yön. Kurulu Üyesi Çimen Turan Necati Cumalı’nın eşi Berrin Hanımı ziyaret ettiler. Kendisini de bizimle birlikte Florina’ya gelmesi için davet ettiler. Berrin Hanım sağlık sorunları nedeniyle gelemeyeceğini bildirmiş; ama eşinin kitaplarından, oyunlarından, Cumalı ile ilgili Türkiye’de ve Avrupa Ülkelerinde gerçekleştirilen etkinliklerin programlarından, fotoğraflarından örnekler içeren bir dosya hazırlamış, hediye olarak onları göndermiş arkadaşlarımızla Florina’daki Necati Cumalı dostlarına.
Necati Cumalı Florina’da doğdu. Urla’da büyüdü. Beşiktaş’ta yaşadı. Türkiye’deki iki yerleşim yerinin belediyesi de Necati Cumalı’ya sahip çıktı. Urla’da Necati Cumalı müzesi açıldı. Beşiktaş belediyesi Serencebey (?) parkına yazarın heykelini dikti. Doğduğu kent olan Florina Belediyesinin Urla ve Beşiktaş belediyeleri ile birlikte ortak bir etkinlik gerçekleştirmelerinden mutluluk duyacağını söylemekle yetinmiş Berrin Hanım. Berrin Hanımın bu dileğini Florina’daki Necati Cumalı dostlarına ve Florina valisine ilettik. LMV olarak böylesi bir ortak etkinliğin gerçekleşmesi için çabalarımızı yoğunlaştıracağız önümüzdeki günlerde.
28 Mayıs 2005 Cumartesi gecesi geç bir saatte geldik Florina’ya. Lingos Hotelde konakladık. Sabah Profesör Dimitri Souliotise’nin eşi Eleni hanım geldi otele. Profesör bir konferans nedeniyle Florina dışındaymış. Eşinden rica etmiş bizlere eşlik etmesini. Şehri Eleni’nin ve Müfide Hanım’ın rehberliğinde gezdik. Eleni anlattı, Müfide Hanım çevirdi. Otelden çıkıp yürüyerek eski Türk mahallesine geldik. Mahallenin ortasından bir dere geçiyor. Sağlı sollu iki katlı evler yer almış dere boyunca. Yeni yapılan evlerin arasında yıkıma terk edilmiş iki katlı evler gözümüze çarpıyor. “Şu görünen evler, Türk evleriydi” diyor Eleni. Evler iki katlı. Alt katlar tütünleri depolamak içinmiş. Yaşam üst katlarda sürdürülüyormuş. Tütüncülükle geçiniyorlarmış. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bu semtin adı eskiden Gazi Yakup Mahallesi imiş. Şimdi de Yazi mahallesi diyorlar. Erdoğan Özen’in ailesi de bu mahallede oturuyormuş. Erdoğan Özen daha önce gelmiş, mahalleyi gezmiş; ama evlerinin yerini tam olarak belirleyememiş. Dere kenarında yıkılmaya yüz tutmuş büyücek bir ev gösteriyor Eleni ve bunun Kaymakamın evi olduğunu söylüyor. Erdoğan Özen “Tüh be, tariflere göre, ben de orası bizim evdir diye geçirmiştim aklımdan” diyor. Gülüşüyoruz.. Yıkılmak üzere olan evler 30 sene önce Belediyenin mülkiyetine geçmiş; ama bir şey yapılamamış otuz yıldır. Evlerin bazıları sahipleri tarafından restore edilmiş. Hoş görünüşleri var. Tipik Osmanlı dönemi Balkan mimarisi tarzında evler. Büyük evlerin bey evleri olduğunu söylüyor Eleni. Gazi Yakup Mahallesine her ne kadar Türk mahallesi deniyorsa da Hıristiyanlar da varmış mahallede. Florina’da Hıristayanlar ve Müslümanlar ayrı ayrı mahallelerde değil iç içe yaşıyorlarmış. Mahallenin girişinde yeni bir kilise var. Adı Pandelemeon kilisesi. Eskiden de aynı yerde bir kilise varmış. Eski kiliseyi yıkıp yerine yenisini yapmışlar. Kilisenin karşısında Türk evleri varmış. Biraz ileride de cami.. Mübadeleden önce 7 tane cami varmış Florina’da. Şu anda ayakta kalmış bir tane bile yok..
Derenin doğu tarafından batı tarafına geçiyoruz. Necati Cumalının evinin olduğu yere doğru ilerliyoruz. Bayan Eleni N.Cumalı’nın çocukluğu ve evin yeri hakkında bilgiler veriyor, Müfide Pekin arkadaşımız da bizlere tercüme ediyor.
“Necati Cumalı bu derede yüzermiş. Babası tarlalardan gelirken bakarmış, ne zamanki şurdan görünürmüş babasının yüzü, hemen kaçıp eve saklanırmış. Gizli gizli girerlermiş dereye. “ Bayan Eleni’nin evi de buradaymış, o da çocukken girermiş, oynarmış.“ Çocukların çok oynadığı bir dereydi, oyun yeriydi. Cumalı da kitaplarında bu dereyi, bu derede oynadığını filan anlatır. Makedonya 1900’de okursanız bu dereyi anlatır. Evde şurada bir yerde, şimdi oraya gideceğiz.. Ev yok aslında, evin yeri var sadece. Şunu biliyoruz ki; evinin şu sarı evin yanında olması gerekiyor; çünkü arkadaki evi anlatıyor romanında. Burası olduğunu tahmin ediyoruz anlattıklarından. Kendisi de bulmuş zaten. Buraya gelmiş. Götürmeye çalışmışlar “Bırakın ben kendim gidip bulacağım” demiş. 4,5 yaşında ayrılmış buradan ama, her halde anlatılanlardan hatırlıyordu, bu kadar geriye gitmiyor anılar. Kendisi gelmiş ve ev burasıydı demiş. Yani ev olmayan yeri göstermiş, burasıydı demiş. Şuradaki kale kalıntısını görmüş, sur kalıntısını görmüş, burasıydı demiş. Şurası okul. N.Cumalı’nın evi okulun tam önündeymiş. Şu gördüğünüz temel taşlarını tanımış. Sadece temel taşları kalmış, arkadaki okul da şu. Buradan böyle arkaya doğru bahçe olarak uzanıyormuş. Kitabında iki Hıristiyan arkadaşından bahsediyor: Thomas Terziyanis ve Vassilis. “Onlarla birlikte oynardık.” diyor. Bu önümüzde gördüğümüz sarı boyalı eski ev Thomas Terziyanis’in evi. Arkadaşı olarak anlattığı kişinin evi bu. Bir arkada da Vassilis’in evi var. Bu ikisi ile çocukken birlikte oynardık diye anlatıyormuş. Arkadaşının evini görüyoruz şimdi, ama kendi evi maalesef yok. Yan taraftaki da onunmuş. Okul arsanın birazını almış. Bu kadar küçük değilmiş, daha büyükmüş. Aslında büyük bir evmiş. Önde selamlığı, arkada haremliği olan büyük bir evmiş, caddeden arkaya doğru gidiyormuş. Cumalı bir de fırından bahsediyor. Pazar yerinden bahsediyor. Pazar yeri şurasıydı, şu gördüğünüz arabaların durduğu yer. Fırın da şurası.” Fırını da Pazar yerini de hatırlıyor Bayan Eleni çocukluk günlerinden. Necati Cumalı’nın evinin olduğu yerde toplu bir fotoğraf çektiriyoruz. Evin bulunduğu yeri terk etmeden önce İskender Özsoy, Cumalı’nın kaleminden ailesinin Florina’yı terk ediş öyküsünü okuyor, kutsal kitaplardan okunan bir dua dinlercesine sessizce dinliyoruz hepimiz:
“Yola çıktık, babam Selanik’e kadar ağzını açmadı.Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara, taşlara baktı durdu. Meşe ağacından, yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selanik’te vapura bineceğimiz gün yorulmuştur diye koltuğuna oturmuştuk onu.Vapura geçeceğimiz sırada birden iki eliyle kavradı rıhtımın merdivenlerinin parmaklıklarını. 93 yaşındaydı. Ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan.”Benim yerim Florina” diyordu. “Ölülerimi kimsesiz bırakamam. Siz gidin ben geri döneyim, Florina’da öleyim.” Zorlukla ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık; ama ayaklarına felç inmişti. Urla’da üç yıl yatağında sılasını yaşadı. Sık sık dalar giderdi, arada kendini tutamadığı sıralarda “Ahh Florina’yı bırakmıyacaktım.!” dediğinde yüzü bulutlardan sıyrılmış gibiydi.”
Necati Cumalı’nın evinden sonra Osmanlı Döneminin yönetim merkezi olan bölgeye doğru gidiyoruz. Biraz ilerimizde duvar dibine park etmiş siyah renkli bir aracın şoför mahallinde oturan kişinin fotoğraflarımızı çektiğini fark ediyoruz. Anlaşılan grubumuz yakın takipte.. Ama niye? Üç gündür bütün Kuzey Yunanistan’ı dolaşmış ne resmi ne de sivil bir polisle karşılaşmıştık. Şu ana kadar trafik polislerinden başka polis görmemiştik sokaklarda. Bir an tedirgin oluyoruz.. Florina’nın bir sınır kenti olduğunu düşününce de işi gırgıra vuruyoruz ve yolumuza devam ediyoruz.
Osmanlı eserlerinin olduğu bölgeye geldiğimizde bayan Eleni altında supermarket olan bir binayı göstererek: “ Burada eskiden caminin dükkanları varmış. Bu dükkanların birinde iki tane saatçi kardeş varmış, caminin bakımını, korumasını o kardeşler yapıyormuş.” Diye anlatıyor. Kendi ailesinin de 1917 yıllarında Manastır’dan buraya geldiklerini ve caminin dükkanlarından iki tanesini satın aldıklarını söylüyor. Cami, imarethane, tekke ve medrese aynı bölgede bulunuyormuş. Cami tamamen yıkılmış, sadece yerden 3-4 metre yüksekliğinde bir minare kalıntısı kalmış. O sırada Eleni’in tarihçi ağabeyi Takis Mekassis yanımıza geldi ve bizlere daha ayrıntılı bilgiler verdi. Sadece minare kalıntısı kalmış olan olan cami Yakup Bey Camisiymiş. Çarşı Camii olarak da biliniyormuş. Şu anda Yunan Milli Bankası olarak kullanılan yer Halveti Tarikatı Tekkesiymiş. Yuvarlak bina (şu an galiba öğretmenler derneği olarak kullanılıyor) Yakup Bey Medresesiymiş. Süpermarketin olduğu yer ise İmarethaneymiş. Şu an Ioannis Karavitis heykelinin olduğu yerde saat kulesi varmış. O bile yıkılmış..
FLORİNA ve Kaymakam Tahsin Uzer
Şimdi de son dönem Osmanlı Yönetiminin idari binalarının olduğu yöne doğru gidiyoruz. 1900’lü yılların başında Makedonya Bölgesindeki kentlerin tümünde olduğu gibi Florina’da da yoğun bir imar faaliyeti gerçekleştirilmiş. 1905 yılında Florina’ya Tahsin Uzer isimli genç bir kaymakam atanmış. Florina’ya atandığında 26 yaşındaymış. (Esasında 18 yaşında Pürsıçan Nahiye Müdürü olarak göreve başlamış olan Tahsin Uzer daha sonraları Yenice-i Vardar, Razlık ve Gevgili’de kaymakamlık görevlerinde bulunmuş. Yaşının küçük olması nedeniyle halk arasında kendisine “Kızan Kaymakam” lakabı takılmış.) Eğitime dönük çok önemli işler yapan, ilerici bir kaymakam olduğu bilinen Tahsin Uzer, Florina’da da böyle tanınıyor. Balkanların o karışık yıllarında bir yandan çetelerle uğraşmış diğer yandan da kentin imarı ile ilgilenmiş. Öncelikle kentin içinden geçen “ Florina Çayı”nın iki tarafına rıhtım yaptırarak, su taşkınlarını kontrol altına almış ve kıyıdaki binaların emniyetini sağlamış. Çayın üzerine iki adet de demir köprü yaptırmış. Necati Cumalı’nın anılarında geçen dere burasıdır. Tahsin Uzer zamanında yapılan Hükümet Konağı, Kaymakamlık Lojmanı, Adliye Binası, Postahane ve Telgrafhane, biri Sanat Okulu olmak üzere kızlar ve erkekler için üç adet okul gibi kamu binaları hala kullanılmaktadır. Takis Mekassis, Tahsin Uzer bu binaları yaparken Mühendis Nikolaidi Mendezo ile birlikte çalıştı diyor. Tahsin Uzer’in T.T.K. tarafından yayımlanan “Makedonya’da Eşkiyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi” adlı kitabının 194-214 numaralı sayfaları Florina anılarına ayrılmış. Buradaki anlatımlarda bu binaların mimarları olarak Mimar Gorgi ve Mimar Koço belirtiliyor. Tahsin Uzer eski hapishanenin çok sağlıksız olduğunu görünce bir de yeni hapishane yaptırmış. Uzer’in yaptırdığı hapishanenin karşısında bir de hamam kalıntısı var. Hamamın çok eski olduğu hatta Evliya Çelebinin bu hamamdan bahsettiği söyleniyor.
Yol boyunca gezimizi sürdürüyoruz. Yoldan makam arabası ile geçen Florina Valisi Stratakis grubumuzu görünce aracını durdurup yanımıza geldi. Valinin dedesi Boğazköy’denmiş.. İstanbul boğazı ile karışmasın diye de Arnavutköy, Bulgarköy … diye civar köyleri saydı. Boğazköy ve Zeytinburnu Belediye Başkanı Aydın Murat ile ertesi gün Strazburgda beraber ortak toplantıya katılacaklarını söyledi. Eylül ayında da Florina’da Akdeniz ülkeleri belediyelerinin katılacağı bir toplantı yapılacakmış. Z.Burnu ve Boğazköy belediye başkanlarının da bu toplantıya katılacaklarını söyledi. Eylül ayında Florinalı ressamların İstanbul’da bir sergisi açacaklarını, açılışa kendisinin de geleceğini belirterek, sergi açılışına bizleri de davet etti. Vali Bey ile ayak üstü sohbete civardaki halk da katıldı. Türkçe bilen Florina kökenli avukat Platon S. Hacıpavlidis’e mübadelede buraya yerleşenlerin nereden geldiklerini sorduk. Ağırlıklı olarak Kütahyalılar yerleşmiş Florina’ya. Onun dışında Bursa, İzmir, Amasya, Kastamonu, Bafra ve Ankaralılar yerleşmiş. Buradaki Kütahyalılar çokmuş ama dağılmışlar. Kütahyalıların derneği var mı diye soruyoruz. Ben başkanım diyor biri. Kütahyalıların ayrı bir derneği yokmuş, Pontuslular derneğinin içinde örgütlenmiş onlar da.
VODİNA – KARACAOVA
Florina’da bizlere rehberlik eden Eleni’nin lokantasında öğle yemeğimizi yedikten sonra Edessa (Vodina) ’ya doğru yola çıktık. Öğleden sonra geceyi geçireceğimiz Edessa’daki Kattaraktes oteline yerleştik. Kattaraktes Yunanca Şelale demekmiş. Otelin yeri Şelalelerin yakınında olduğu için bu ismi vermişler. (B sınıfı bir otel. Fazla konforu yok ama rahat ettik). Edessa’nın eski ismi Vodina ise Slav kökenli bir kelime. Voda su demek, Vodina ise Sular şehri. Edessa yeşillikler içinde, suyu bol bir şehir. Osmanlı döneminde de önemli bir merkez durumundaymış. Bu bölgeden gelen mübadiller kendilerine Vodinalı veya daha çok Karacaovalı/Karacaabatlı derler. Karacaova; Vodina kentinin kurulu bulunduğu yükseltiler ile Kaymakçalan dağları arasında kalan ovalık bölgeye verilen ad. Bu bölgede yaklaşık 40-45 tane köy yer alıyor. Eski adı Sbutsko yeni adı ile Aridea kasabası bu köylerin merkezi durumunda. Grubumuzdaki arkadaşların büyük çoğunluğu (15 kişi) Fuştan kökenli. Hasan ve Veli Ocak kardeşler ise eski adıyla Prebodişta, yeni adı ile Sosandra köyü kökenli. Karacaova kökenli arkadaşlarımızı Selanik’ten doğrudan buraya gönderdiğimiz için onlarla buluşmak üzere otobüsümüze binerek doğruca Fuştan köyüne gittik.
Gurubun bir kısmı civar köylere, bir kısmı köyün içine dağılmış. Eski komşuları ile birlikte geziyorlar ata topraklarını, kendi özel tarihlerine, kültürlerine ait izleri sürüyorlar. Gurubun bir kısmını ise köy meydanındaki kahvelerde eski komşuları ile sohbet ederken bulduk. Büyük çoğunluğu evlerini bulmuş. İletişim sorunları da olmamış. Köyün yerlileri ile aynı dili konuşuyorlar çünkü. Mübadeleden önce Müslümanlar ve Hıristiyanlar karışık yaşıyorlarmış bu köyde. Dinleri farklı ama dilleri aynıymış. Slav kökenli bir dil konuşuyorlar. Makedonca. Bizim mübadiller ise Karacaova dili diyorlar konuştukları dile. Fuştanlılar dün de vakitlerini köylerinde geçirmişler. Gece otele dönecekleri zaman eski komşuları neden otele gidiyorsunuz, burada kalın, evimizde misafirimiz olun demişler. Daha önce de Fuştan’ı ziyaret etmiş olan İbrahim Köylü’yü göndermemişler otele, ısrar üzerine geceyi arkadaşının evine geçirmiş İbrahim.
Hava kararmak üzere, hafif de yağmur çiseliyor, Vodina’ya dönme zamanı geldi; ama kimseyi koyu sohbetten ayıramıyoruz. Dile kolay 80 yıllık hasret bu.. Grubu topladık gidiyoruz sandığımız anda 90’lık Hasan Dede’nin yokluğunu fark ediyoruz. Kiraz bahçesine götürmüşler kendisini. Köyünün kirazını dalından koparıp yemekmiş veda etmeden önceki son dileği..
Pazartesi sabahki programımız Belediye Başkanı ve Edessa Mübadiller Derneği yöneticileri ile görüşmeydi. Sabah otelden çıkışımızı yaptık ve otobüsle belediye binasına gittik. Belediyedeki görüşmemiz için meclis salonunu hazırlamışlar. LMV yöneticileri, gazeteci arkadaşlar ve kalabalık bir mübadil grubu olarak salona alındık. Belediye başkanı Ioannis A. Sontras bizlere kent hakkında bilgiler sundu. İkramda bulunuldu. Görüşmeye Edessa’da örgütlü olan Bigalı Mübadillerin Dernek başkanı Theodoros Psarikoğlu ve derneğin diğer yöneticileri de katıldı. Biga’lılar Derneği bizler için bir plaket hazırlamışlar. Plaketin üzerine Yunanca ve İngilizce olarak, “Buradaydınız, şimdi oradasınız. Oradaydık, şimdi buradayız. Hiç kimse ayıramaz bizi..” gibi bir deyiş yazdırmışlar. Edessa’ya yerleşen mübadillerin büyük çoğunluğu Biga kökenli. Edessa Belediyesi ile Biga Belediyesinin ilişkileri eski Belediye Başkanı Şükrü Kemerli döneminde atılmış. Biga Belediyesi İskeçe Belediyesi ile de kardeş belediye. LMV ile Edessa Belediyesinin ve Edessa Mübadiller Derneğinin ilişkisi de Biga Belediyesi eski başkanı Şükrü Kemerli kanalı ile kuruldu. Edessa’dan sonraki durağımız Yenice-i Vardar.
YENİCE-İ VARDAR
Yenice-i Vardar, Yenice Vardar veya Vardar Yenicesi olarak adlandırılan kent Gazi Evronos Bey döneminde kurulmuş bir Osmanlı kenti. Daha önceki gezimizde de ziyaret etmiştik Yenice Vardar’ı; ama ne belediye ile ne de mübadil derneği ile görüşmemiştik. Selanik’teki Suvermezliler Derneği başkanından belki görüşebiliriz diyerek Yenice’deki dernek başkanının telefonunu almıştık; ama gezi öncesi telefon edip geleceğimizi bildirmemiştik. İstanbul’a dönüş günümüz olan Pazartesi sabahı telefonla arayabildik kendilerini. Yenice-i Vardar’da fazla kalamayacağımızı sadece bir merhaba demek için, tanışmak için uğrayabileceğimizi bildirdi telefonla Müfide Hanım. Bir saat sonra kendileri aradılar bizleri. Belediye binasında bekliyoruz sizi dediler. Belediye ile daha önce bir ilişkimiz olmamıştı, görüşmek için randevu da almamıştık. Anlaşılan dernek yöneticileri bizim gelişimizi önemsemişler, kendi aralarında kısa zamanda organize olmuşlar, belediye başkanı ile de ilişki kurarak belediye binasında kabul etmeye karar vermişler bizleri. Bu kadar kısa sürede organize olmalarına şaşırdık doğrusu. Yenice-i Vardar’ın yeni adı: Gianistsa (Yaniça okunuyor). Belediye binasında başkan Stelios Vamvinis, dernek yöneticisi Eleni Mavrokefalidou karşıladı bizleri. Eleni bir tarih öğretmeni. Yenice’nin eski tarihine ilişkin epey bilgi sahibi. Belediye Başkanı bir tarafından Marmara Adası, bir tarafından da Çanakkale, sanırım Ecebat kökenli. Başkan bizlere Yaniça’daki çalışmalar ve Osmanlı Döneminden kalma mimari eserlerle ilgili bilgi verdi. Gazi Evronos Bey Türbesini restore etmek için proje yaptıklarını söyledi. Eski Osmanlı eserlerini korumak için bir çaba içinde olduklarını belirtti. Yenice’deki Osmanlı döneminden kalan mimari eserler gerçekten acınacak durumda. Şehrin simgesi olan Saat Kulesi bile bakımsızlıktan dökülüyor. Yenice-i Vardar ile ilgili Osmanlı dönemi kültürel varlıkların durumunu geçen yılki buluşma izlenimlerinde de anlatmıştım.
Belediye başkanını çok samimi bulduk. Yenice’nin eski dönemlerine ait doküman, fotoğraf, bilgi ne varsa kendileri ile paylaşmamızı istedi. Yenice’den gidenlerin nerelere iskan edildiğini sordu. Yenice’den Türkiye’ye giden mübadillerle tanışmak ve işbirliği yapmak istediklerini belirtti. LMV adına başkan Ümit İşler de Mübadeleden kalan kültürel mirasın korunması için gösterdiği çabalardan dolayı kendisine teşekkür etti ve ICOMOS Yunanistan Milli Komisyonu ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz “Ortak Kültürel Miras” projesinin sonuç kitabını kendilerine hediye olarak takdim etti. Belediye binasından ayrıldıktan sonra dernek yöneticileri bizleri dernek binasına davet ettiler; fakat zamanımızın sınırlı olması nedeniyle bu tekliflerini bir daha ki sefere diyerek erteledik. Trabzon kökenli Aslanidis arabasıyla önümüze düştü, otobüsümüze eskortluk yaptı ve bizi ana yola çıkardı. Aslanidis koyu bir Trabzon Spor taraftarı. Arabasının arka camında Trabzon Spor flaması asılı.
LANGAZA
Dönüş yolumuzda Yenice-i Vardar’dan sonra Langaza’ya uğradık. Grubumuzdaki arkadaşlardan Çetin ve Coşkun Özer kardeşler Langaza kökenli. Hem de Zübeyde Hanım’ın köyü olan Sarıyar köyünden. Çetin ve Coşkun’un dedeleri Sarı Hüseyin Ağa imiş. Langaza’ya herkesin sieasta yaptığı bir saatte indiğimizde sokaklar bomboştu. İki yıldır görmediğim Edirne-Havsa kökenli Gagavuz Yorgo Avcı’yı telefonla aradım. Hemen geldi. Bizleri Sarıyar köyüne götürdü. Eski köy tamamen yıkılmış. Evlerin temelleri bile kalmamış. Mübadelede boşalan eski köyün yeri biraz bayırda olduğu için yeni gelenler eski evlerin taş ve enkazlarını taşıyarak yeni Sarıyar’ı daha düz bir araziye kurmuşlar. Gurubumuz köy kahvesinde kahvelerini yudumlarken Çetin Özer ve kardeşi ile birlikte eski köyün yerini fotoğraflamaya gittik. Birkaç temel taşı hariç köyden hiçbir iz kalmamış. Çetin yine de dedesinin olabileceğini tahmin ettiği arazileri fotoğraflamayı ihmal etmedi.
Langaza’dan sonra babamın eski köyü olan Eğribucak (Nea Apollonia) taki Makedonia benzinliğindeki Bayan Elefteria’nın lokantasında geç bir saatte öğle/akşam yemeğimizi yedik. Bayan Elefteria’nın lokantası Türk Tır şöforlarının uğrak yeri. Yemekleri bildik, tanıdık yemekler. Sınıra gelmeden önce İskeçe’de Engin’in yerinden hediyelik kurabiyelerimizi de alarak İstanbul’a doğru hareket ettik. 31 Mayıs Salı sabahı saat 06.00 civarında İstanbul’daydık.
Yoğun; ama bir o kadar da keyifli bir Mübadil Buluşması yaşadık. Yeni dostlarla, yeni buluşmalarda birlikte olmak dileğiyle..
Yazı: Sefer Güvenç
Fotoğraflar: İskender Özsoy, Kubilay Acartürk (Tarihli olanlar)
İstanbul, 12 Haziran 2005
Değerli Kardeşim
Gezimiz izlenimlerinizi dikkatle okudum. Gerçekten en ufak ayrıntılara kadar yazmışsın. Hele Florina ile ilgili izlenimlerine çok geniş yer verdiğin için ayrıca teşekkür ve şükranlarımı sunarım.
Biraz vaktini alacağımdan kusura bakma. Benim ailem Florina’da yaşadıkları zaman da zengin bir aile değilmiş, ancak tütüncülük yaparak hiç değilse kendi işlerinde çalışıp geçimlerini sağlıyorlarmış. Üç kardeş baba ocağı dedikleri aynı evde oturuyorlarmış. Dedemin haricinde, bir erkek bir kız kardeşi de evliymiş ama henüz çocukları yok,(Onları da yakinen tanıdım) dedemin ise babamla beraber biri kız olmak üzere dört çocuğu varmış.
Anlattıklarına göre, Florina’da varlıklı olmamalarına rağmen mutlu ve huzurlu bir yaşantıları varmış. Dedem oraya nereden geldiklerini bilmiyordu, demek ki o kadar eski idiler. Baba annem Arnavut idi ve ölenle kadar Türkçe’yi kafa göz yararak konuşurdu. Demek ki o da kökten oralı. İşte bu huzurlu yaşam 1912 yılından sonra kısmen ve İstiklal harbinden sonra tamamen değişmiş ve yerini sıkıntı, huzursuzluk ve eziyet almış. (dedem öldüğü zaman 18, Babaannem öldüğü zaman 22 yaşına idim bana anlattıklarından bu kanıya varıyorum.)
Sıkıntılı günleri uzun uzun anlatmaya gerek yok bilinen şeyler. İşte bu koşullar altında mübadele gerçekleşmiş ve maaile Selanik’ e ve oradan da İzmir’ deki Sabunhane’ ye balık istifi misali yerleştirilmişler. Tabi bunu kınamak için söylemiyorum, o zamanın imkanları bu kadarmış, ama şu var ki; o insanlar’ ın çektikleri sıkıntıları şimdi anlıyorum. Neyse ki bütün olumsuzlukları rağmen aylar süren bu yolculuğu firesiz atlatmışlar . Hatta iki yaşındaki halam bile sağ ve salim olarak Türkiye’ ye ulaşabilmiş. Sabunhane çilesinden sonra Dedem, eşi ve 4 çocuğu ile birlikte Manisa’nın Soma ilçesine, Erkek Kardeşi Manisa’nın Muradiye beldesine ve Kız Kardeşi de Manisa’nın Turgutlu ilçesine iskan edilmişler.
Soma’ da bir ev ve Bir miktar tarla ile Zeytinlik verilmiş ve Tütüncülüğe devam edilmiş. Tabi yerli halkın aşağılaması da cabası. Ancak yukarıda belirttiğim gibi Florina’da kendi yağı ile kavrulan bu aile Soma da Çiftçilik ile geçinememiş. Dedem dahil Amcalarımın tamamı Garp Linyitleri işletmesinde çalışmağa başlamış ve oradan da emekli oldular. Sadece babam o günün koşullarında biraz okuma imkanı bularak Konya Gedikli Mektebini bitirmiştir.
Değerli Kardeşim, Bu kadar hikayeyi neden anlattım ? Bu bahsettiğim insanlar ölene kadar memleket sayıkladılar. Orada yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen.
Biz 5 kardeşiz 20 tane de kuzenim var. Babalarımızdan, dedemizden bize dikili bir çubuk bile kalmadı. Ama hiç birimiz bu güne kadar bundan şikayet etmediğimiz gibi bu çilekeş insanlara saygı duyduk.
İşte dostum, bunun için ikinci defa o insanların yaşadıkları yere gidiyorum ve bu benim için benzetmek ne kadar doğrudur bilemiyorum? Bir nevi tavaf kadar kutsal bir görev gibi. Diğer Kardeşlerim ve kuzenlerim de aynı arzu içinde’ler ancak imkanları elverdiği zaman inşallah şimdi sıra onlarda. (Onlar bizi kabe ye gitmiş gibi saygı ve gıpta ile kutluyorlar)
Bunun için kardeşim izlenimlerinde bize ve Florina’mıza geniş yer vermen beni çok duygulandırdığı için sana bunları yazdım. Ayrıca gezi sırasında şahsımıza göstermiş olduğun özel ilgi dolayısı ile sonsuz şükranlarımızı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bir dahaki gezi’de buluşmak üzere diyemiyorum, çünkü fiziksel engelim beni bir hayli yorduğu gibi sizleri de bir çok konu da meşgul etti.
Son olarak Çok güzel bir gezi idi, Sizlerin organizasyonu ve Gurup’daki uyum çok güzeldi, bu güne kadar iştirak ettiğimiz en güzel ve anlamlı gezi oldu. tekrar tebrikler ve teşekkürler.
Erdoğan Özen
Ata yadigârı topraklarda üç gün
İSKENDER ÖZSOY
LOZAN Mübadilleri Vakfı’nın (LMV) geçen hafta ata yadigârı topraklara düzenlediği üç günlük yolculukta unutulmaz anlar yaşandı. Kavala, Selanik, Kayalar, Kastorya, Florina, Vodina, Yenice-i Vardar ve Langaza’yı gezen iki birinci kuşak mübadille; babaları, dedeleri, nineleri bu kentlerde doğmuş ikinci ve üçüncü kuşak mübadiller “memleket”lerinin havalarını teneffüs etmenin, suyunu içmenin sevincini yaşadı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Yunanistan’a kaçan Rumlarla önemli buluşmaların yaşandığı yolculukta Anadolu insanının yaratıcı cevheri bir kez daha gözler önüne serildi.
Özlem yolculuğunda ilk durak Dedeağaç’tı.
Dedeağaç’ta çorbalarımızı içip, Girit’ten aramıza katılan İstanbullu arkadaşımız Tanaş Çimbis’le buluşup yola koyulduk.
Mübadele anlaşmasında sınır kabul edilen Karasu (Nestos) Nehri’ni geçince yol arkadaşlarını “memleket” topraklarına girmenin heyecanı sardı.
Sarışaban Ovası’nı, ‘Sarışaban Ovası, altın yuvası’ tekerlemesini söyleyerek geçtikten sonra Aksaray’ın Gelveri (Güzelyurt) İlçesi’nden gelen mübadillerin kurduğu Nea Karvali’yi (Yeni Gelveri) ardımızda bırakıp tütüncü kenti Kavala’ya ulaştık. Kavala’daki önemli mimari eserler arasında sayılan su kemerleri, kale içindeki eski Osmanlı mahallesi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın heykeli ve evi gezildikten sonra öğle yemeği molası verdik.
Yemekten sonra ilk geceyi geçireceğimiz Selanik’e doğru yola çıktık.
Selanik Yunanistan’ın Atina’dan sonra ikinci büyük kenti. Kent, Osmanlı zamanında imparatorluğun batıya açılan kapısıymış.
Atatürk Müzesi’nde
“Ata yadigârı topraklar”daki ikinci gün Atatürk Müzesi’ni ziyaretle başladı. Müzenin kapısında şu yazı dikkati çekiyordu:
“Türk Milletinin büyük müceddidi ve Balkan İttihadının müzahiri Gazi Mustafa Kemal burada dünyaya gelmiştir. 29 Ekim 1933”
Müzeyi gezdikten sonra özlem yolculuğuna Kilyos’un Gümüşdere Köyü’nden çıkan 11 Karacaovalı ata yurtlarında bir gece daha fazla kalabilmek için aramızdan ayrıldı. Arkadaşlarımızı uğurladıktan sonra biz de Kayalar’a, bugünkü adıyla Ptolemaida’ya gitmek için yollara düştük.Vardar Ovası’nı ve Vardar Nehri’ni türküler söyleyerek geçip Kayalar’a ulaştık.
Kayalar’da bizi 1981 yılında kurulan Ptolemaida Küçük Asyalılar Derneği Başkanı Bergama kökenli Yorgo Filoğlu, Bursa kökenli As Başkanı Lefteris Papazoğlu ve yönetim kurulu üyeleri karşıladı. Kayalar’da bugün ataları İzmir, Bergama, Bursa ve Foça’dan gelenler yaşıyor. Dernek başkanı ve yönetim kurulu üyeleri bizi kendi malları olan dernek binasında, dernek üyesi kadınları hazırladığı mükellef bir sofrada ağırladı. Bin 500 üyeli derneğin yöneticileri konuşmalarında amaçlarının baba ve dedelerinin Anadolu’dan getirdikleri örf ve âdetlerini yaşatmak olduğun söyledi. Dernek yöneticileri, Anadolu’dan gelenlerle sözlü tarih çalışması yaptıklarını, gazete yayınladıklarını, radyo programları yaptıklarını da vurguladı. Üyeleri gönüllü çalışan dernek, bugüne dek ikisi çocuk oyunu dört eseri sahneye koymuş. Derneğin bir de müzik gurubu varmış.
Dernekteki ağırlamadan sonra başkan ve as başkan bize Kayalar’ı gezdirdi. Daha sonra veda edip Kayalar’ın Çalcılar (Filotas) Köyü’ne gittik. Burada, yol arkadaşlarımızdan Namiye-Selâmi Erdem çiftinin, daha önceki Kayalar ziyaretinde tanıdıkları ikinci kuşak mübadil Bafralı Anakunostopulu Evgenia’nın evine gittik Ancak Bayan Evgenia bir yıl önce ölmüş. Eşinden izin isteyerek Evgenia’nın Bafra’dan getirdiği eşyalarla oluşturduğu özel müzesini gezdik. Evginia, annesinin Bafra’da doğduğu evin penceresini bile müzesine getirmiş.
Çalcılar’dan sonra Kastorya’ya (Kesriye) uğradık.
O gece unutulmaz
Kastorya Küçük Asyalılar Derneği’nin başkanı Angeliki Papamancari üyeleri bekliyordu.
Kastorya’da da şarkılar ve türkülerle karşılandık. Buradaki buluşma benim önceki sene ve geçen sene tanık olduğum buluşmalara benzemiyordu. Çok güzel bir buluşmaydı. Kastoryalılar bizi önce Orestias Cruises adlı tekneyle göl turuna çıkardı. Bir saat süren gezide Türkçe ve Rumca türküler söylendi; sirtaki, zeybek ve kasap havası oynandı. Daha sonra grubumuza göl kıyısında bir kahvede akşam yemeği verildi. Yemekte uzo ve rakı kadehleri dostluğa, barışa ve kardeşliğe kaldırıldı.
Bayan Angeliki yemekteki konuşmasında bizlerle tanışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Saatler su gibi akıp geçmişti.
Yaşadıklarımız rüya gibiydi. Kimse bu rüyadan uyanmak istemiyordu ama Florina’ya gitmek için önümüzde uzun bir yol vardı.
Zor da olsa vedalaştık ve Atatürk’ün sevdiği şarkıları dinleyip, Kastorya’nın gece manzarasını seyrede seyrede Florina’ya doğru yola koyulduk.
Kastorya’dan aklımızda hep kalacak olan dostça yaklaşımın yanı sıra babası Bursa’nın Apolyont (Gölyazı) köyünden olan ikinci kuşak Vasili Kasapidis’in şarkıları ve türküleriydi.
Yazar Necati Cumalı’nın doğduğu kent Florina’ya vardığımızda gün pazara dönmüştü.
Cumalı’nın kentinde
Florina’da günümüz, Florina Üniversitesi tarih profesörlerinden Dimitri Souliotise’nin eşi Eleni ve ağabeyi etnograf Akis’nin bizi kentin Türk mahallesini gezdirmesiyle başladı.
Eleni’den mübadele öncesinde Florina’da Türkler ve Rumların dostane ilişkiler içine yaşadığını öğrendik. Gruptaki arkadaşlarımızdan Florinalı kökenli Erdoğan Özen’in Gazi Yakup Mahallesi’ndeki ata ocağından izler bulması hep Özen’i hem bizi sevindirdi. Erdoğan Bey’in dedesi Şaban Çavuş Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı yıllarında ‘atımı bağladım delikli taşa/ 12 kaymakam bir Mustafa Kemal Paşa’ diye türkü söylediği için Manastır’da altı ay hapis yatmış. Serbest bırakıldıktan sonra dağlara çıkan Şaban Çavuş mübadeleye kadar kaçak yaşamış.
Sıra yazar Necati Cumalı’nın evini veya evinin yerini bulmaya gelmişti. Cumalı’nın kitaplarında anlattığı dereyi geçerek doğduğu eve gitik. Ancak ev yıkılmış, sadece temel taşları kalmıştı. Cumalı’nın evinin yanında çocukluk arkadaşı Tomas Terziyadis’in evinin önünde yol arkadaşlarıymızla anı fotoğrafı çektirdikten sonra Eleni’nin rehberliğinde kentin iç kesimlerine gezdik.1905 yılında, 18 yaşındayken kaymakam olan Tahsin Uzer’in arkadaşı Nikolides’le ortaklaşa yaptığı sanat okulu, kaymakamlık lojmanı ve mahkeme binasının hâlâ kullanıldığına tanık olduk.
Florina sokaklarında dolaşırken yanımızda duran araçtan kentin valisi Stradakis Yannis indi. Yannis ile ayaküstü sohbetimiz sırasında etrafımızdaki halka genişledi.Sohbetimize katılanlardan Aziz Minas Göçmen Derneği Başkanı Stratos’tan Florina’da Bafra, Bursa, Amasya, İzmir ve Kütahya kökenlilerin yaşadığını öğrendik.
Öğle yemeğini Eleni’nin lokantasında yedikten sonra Karacova bölgesindeki sular kenti Vodina’nın (Edassa) yoluna koyulduk. Vodina’da otele yerleştikten sonra Selanik’te bizden ayrılarak köylerine giden grupla buluşmak üzere biz de Fuştan’a (Foustani) gittik.
Köy kahvesinde hem Gümüşdere’den yolculuğa katılan guruptan hem de Türkçe bilen Rumlardan izlenimlerini dinledik.
Grubumuzda iki de birinci kuşak Fuştanlı vardı. “Memleket” yolculuğuna Kütahya’dan katılan 89 yaşındaki Hasan Durgut ve Gümüşdere’den katılan 83 yaşındaki Mehmet Recep Özan.
Durgut evini bulamamanın üzüntüsünü yaşarken, Özan aile büyüklerinin anlattıklarından yola çıkarak evini buldu.Durgut ve Özan “memleket”lerinin havasını teneffüs edip suyunu içti, kirazını yedikten sonra sanki gençleşmiş gibiydiler.
Sıra özlem yolculuğuna Yalova’dan oğlu Kubilay Acartürk ile katılan Hatice Acartürk’ün babasının doğduğu evi bulmaya gelmişti. Acartürkler, köy halkının yardımıyla ata ocağı evlerini ailesinden dinledikleri gibi buldu.
Ben de bir ara, geçen yılki geziden tanıdığım Yalova kökenli Misoris Yorgos’u yanımıza alarak Bursa’nın Gündoğdu (Filidar) Köyü kökenli Sanakidis Yorgis’i ziyaret ettim. Yorgos’un mükemmel Türkçesinin yardımıyla yüz yaşındaki Yorgis’le konuştum. Ancak geçen seneki kadar dinç değildi Yorgis.
Yeniden görüşebilme dilekleri ve torbalar dolusu kiraz ikramıyla Fuştan’dan uğurlandık ve üçüncü geceyi geçirmek üzere Vodina’daki otelimize döndük.
Zübeyde Hanım’ın köyü
Pazartesi sabahı dönüş günümüzdü.
Oteldeki sabah kahvaltısından sonra hareket saatine kadar bir grup şelaleleri gezerken isteyenler hem kenti gezdi, hem de alışveriş yaptı.
Ben de Vodina’daki tek cami olan 250 yıllık Yeni Cami’nin fotoğrafını çekmek için yollara düştüm. Dönüş yolculuğumuz ziyaretle başladı.
Önce Edessa Belediye Başkanı Ioannis A.Sontras’ı ziyaret ettik. Sontras ziyarette Lozan Mübadilleri Vakfı yöneticileriyle mübadeleyle kendileri ve aileleri Türkiye’ye giden Edessalılara kent hakkında bilgi verdi. Ziyarete İonlar Küçük Asya Derneği Başkanı Teodoros Pisarikoğlu da katıldı.
Edessa’daki ziyaretten güzel izlenimlerle ayrılıp yolumuzun üstündeki Yanice-i Vardar’a (Gianitsa) uğradık Orada da Marmara Adası kökenli Belediye Başkanı Stilyanos Vanvinis tarafından kabul edildik.Vanvinis kabuldeki konuşmasından bir Osmanlı kenti olan Yenice-i Vardar’daki tarihi eserlerin korunması için ellerinden geleni yaptıklarını, ancak tarihi eserlerin mülkiyetlerinin özel kişilerde olmasının bazı zorluklara yol açtığını söyledi.
Dönüş yolumuzda son durak Langaza’ydı.
Langaza’da bizi Havsa kökenli 76 yaşındaki Yorgos Avcı karşıladı.
Avcı çok güzel Türkçesiyle bize kentin Türk mahallesini gezdirdi. Türk mahallesi, zamanında Langaza’nın üç zenginin biri olan Kör Ali’nin adıyla anılıyormuş hâlâ.
Türk mahallesini gezdikten sonra Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın köyü Sarıyar’a giderek yorgunluk kahvelerimizi içtik. Avcı, dağlardaki yarın rengi güneş vurduğunda sarıya döndüğü için köye Sarıyar adı verildiğini söyledi.
Önümüzde Türkiye’ye dönüş için uzun bir yol vardı.
Avcı’ya ve Sarıyar’a veda edep ayrıldıktan sonra İskeçe’de kısa bir mola verip İstanbul’a döndük.
Bir özlem gezisi daha sona ermişti.
Yol arkadaşları bir sonraki gezide yeniden buluşabilme dilekleriyle ayrılırken yüzlerinden ata topraklarının havasını teneffüs edip suyunu içmenin sevinci okunuyordu.
İSKERDER ÖZSOY SEVGİLİ İSKENDER BEY
YAZINIZI BÜYÜK BİR ZEVK İLE OKUDUM.KEŞKE GAZETE
İMKANLARI MÜSAİT OLSAYDI DA 4-5 GÜNLÜK YAZI DİZİSİ
ŞEKLİNDE ANLATILABİLSEYDİ.YAŞADIĞIMIZ DUYGULARIN BİR
GÜNE SIĞMASI TABİ Kİ MÜMKÜN DEĞİL.ARKAYA DÖNÜP
BAKTIĞIMDA UNUTULMAZ KARŞILAŞMALAR,VEDALAŞMALAR,DOST
CANLISI YUNANLI DOSTLARIMIZ VE HARİKA MANZARALAR
AKLIMA GELİYOR.HİÇ TANIMADIĞIM HALDE AYNI KADERİ
PAYLAŞTIĞIMIZ İÇİN OLSA GEREK 3-5 DAKİKA İÇİNDE
KAYNAŞTIĞIMIZ YUNANLI DOSTLARIMIZ İSE HİÇ AKLIMDAN
ÇIKMIYOR.SELANİK SOKAKLARINDA TÜRK OLDUĞUMUZU
BİLDİKLERİ HALDE EN UFAK OLUMSUZ TAVRINI GÖRMEDİĞİM
YUNANLI DOSTLARI TANIYINCA BİZE DAYATILAN TARİH
KİTAPLARINA LANET ETTİM.HELE ÇOCUKLUĞUMDAN BERİ
KULAĞIMDA YANKILANAN MAKEDONCAYI BİZZAT DEDEMİN
DOĞDUĞU EVİN SAHİBİ İLE ANNEMİN KONUŞTUĞUNU
GÖRMEK,YİNE DEDEMİN YAŞADIĞI EVİN BAHÇESİNDE 1920’Lİ
YILLARA YOLCULUK ETMEK…İŞTE BU DUYGULARIN TARİF İLE
MÜMKÜN OLDUĞUNU SANMIYORUM.ŞİMDİDEN ŞUNU
SÖYLEYEBİLİYORUM Kİ.ÖNÜMÜZDEKİ YIL YİNE VARIM,HATTA
ONDAN SONRAKİ YIL DA…BEN BİR PARÇAMI ORADA
BIRAKTIM.HEPİNİZE SAYGILARIMI SUNUYORUM VE L.M.V. NA
BİZE YAŞATTIĞI EŞSİZ DUYGULAR İÇİN TEŞEKKÜR
EDİYORUM.SAYGILARIMLA…
KUBİLAY ACARTÜRK
YALOVA MİGROS/YALOVA
MERAL ÖZSOY/İSKENDER ÖZSOY
Adına “mübadele” dediler, kıyımına uğrayanlara da “mübadil.”
Geldiler.
Geride ev, tarla, toprağın yanı sıra doğup büyüdükleri yerlerin havasını ve suyunu da bıraktıklarını nice sonra fark ettiler.
Hepsinden önemlisi geçmişlerini bıraktılar da geldiler.
Bir çoğu köklenip yeniden yeşerme uğruna uzun yılar mücadele etti.
Doğmadıkları topraklarda ölecek olmanın acısını yüreklerinde taşıyarak.
Aradan uzun, uzun yıllar geçti, yeşerdiler.
Ama yorgundular artık.
Bedenleri, ruhları iki vatan yorgunuydu.
Yaşlı günlerinde kimi “memleket”teki evlerinin bahçesindeki kirez ağacını hatırlıyordu, kimi de “porta”nın yanındaki bembeyaz açan kartopu çiçeğini.
Onların boyunları hep büküktü.
Hüznün çocuklarıydılar.
Yıllarca hüznü yaşadılar.
Hâlâ yaşıyorlar.
Hep bir eksiklik vardı hayatlarında.
Yaşları önemli değildi.
Hüznün çocuklarıydılar.
Mübadele çocuklarının hepsi hüzün çocuklarıydı.
En önemli varlıkları, “ana”ları yani “ana vatan”ları yoktu.
Hüzünleri ve boyunlarının bükük oluşu o yüzdendi.
Onlar, mübadelenin “öksüz” çocuklarıydı.
“Ana”larını kaybetmişlerdi ellerinde olmadan.
Ki hüzün onlara yakışıyordu.
Ayrılırken “memleket”lerinden, bir buruk vedaydı yüreklerinde damıttıkları.
Ayrılığın adı mübadele yazılmıştı, çaresiz savrulacaklardı önünde.
Öyle de oldu.
Bir gün, yüz yıllardır yaşadıkları toprakları bir kara trenin penceresiz karanlık vagonlarında ya da köhne bir vapurun ambarlarında geride bıraktıklarında bir damla özlemdi yüreklerine akıttıkları.
Onlar, yüzyıllarca yaşadıkları topraklardan zorla koparılırken bir damla gözyaşıydı yüreklerine akıttıkları.
Sadece bir damla.
O bir damla gözyaşı, bir dünyaydı.
Yaşlar gözlerden süzülürken çıkan ses, hiç bir zaman duyamadığımız o ses, bir gecede terk edilen topraklar için yakılan bir ağıttı, özlemdi.
O özlem nasıl yakıcı özlemdir, bilenler anlatsın.
O nasıl bir fırtınadır ki; estiğinde insanları duygularını ve aklını ikiye bölerek yaşamaya mahkûm etmiş.
Nedir?
Bilenler anlatsın.
Durun ve düşünün bir.
Suskunluk onların gizli diliydi.
Onlar, camilerinde son kez dua edemeden yollara düşürüldüler.
Memleketlerini bir daha görüp göremeyeceklerini bilmeden, yolcuklarının ilk gününde özlemin yakıcı gerçeğiyle tanıştılar.
Ki onlar çoktular.
Yola koyuldular günlerden bir gün.
Arkalarına dönüp bakma fırsatını bulamadan.
Ki onlar çoktular.
Dağları, bayırları, dereleri, ovaları aştılar.
Ki onlar çoktular.
Çocukluklarını, bayramlarını, düğünlerini doğup büyüdükleri yerleri tarihe emanet edip yola çıktıklarında özlem; o yakıcı özlem, daha o zaman yüreklerine mıh gibi çakılmıştı.
Ki onlar çoktular.
Ki onlar bize “Tarihin Emanetleri”ydi.
Onların önünde saygıyla eğiliyoruz.
ÇEKİLEN ACILAR BİR DAHA YAŞANMASIN…