İzmir’de Girit’i Hatırlamak
Mutlu göç yoktur diyor bir yazar ve ekliyor “her göç kişisel bir trajedidir; sonu iyi de bitse kaybetmenin, geride bırakmanın, eksilmenin öyküsüdür aynı zamanda”[1][1].
1923 Mübadelesi de bu sözü kanıtlarcasına son derece trajik öykülerle doludur. Ama ben bunlardan söz etmeyeceğim size. Ben yeni topraklarda, eski topraklara benzeyen küçük köşeler, hayat alanları yaratan insanların öykülerini anlatacağım. Her sabah İzmir’e olduğu kadar Girit’e de uyananların öykülerini… Umarım yazımın sonunda şu yargıda birleşebiliriz;evet mutlu göç yoktur, tıpkı bir göçmenin yeni hayatına tutunma ve yeni bir yurt yaratma çabasının sınırı olmadığı gibi…
YENİDEN KÖK SALMAK
Dünyadaki bütün göç öyküleri arasında 1923 Mübadelesi, -halkların karşılıklı olarak değiştirilmesi anlamında- bugün hala tek örnek olma özelliğini koruyor. Anadolu’nun farklı coğrafyalarından koparılıp Yunanistan’a gönderilen insanların, gittikleri yerlere Anadolu’da yaşadıkları yerin ismini verdiklerini bildiğimiz kadar, oradan Anadolu’ya gönderilenlerin de geldikleri toprakların kültürünü nesilden nesile aktardıklarını biliyoruz. Ancak bu insanlar için sıkıntı, sadece bir yerden bir yere göç etmekle bitmiyor. Gittikleri yerde yerleşik halk tarafından çoğunlukla dışlanıyorlar da. Göçe mecbur bırakılmış/zorlanmış bu insanların, yeni koşullarda yaşayabilmeleri ise hiç kuşkusuz önce bir içe kapanmayı getiriyor ve kendi içinde bir dayanışma mekanizması yaratıyor. Giritli mübadillerle ile ilgili yapmış olduğum kayıtlarda, birinci kuşak göçmenlerin hemen hepsinin “yarım gavur” olarak aşağılanmış olduklarını ifade etmeleri de bu kapanmanın nedenini çok iyi açıklıyor. Dilini, adetlerini bilmedikleri bir toplumda tutunabilmenin, o toplumla iletişim kurabilmenin yolu ise farklılıklarını mümkün olduğu kadar gizlemekten geçiyor. Ancak ne kadar gizlerlerse gizlesinler özellikle Girit gibi sadece Rumca konuşulan bölgelerden gelenler, Türkçe bilenlere göre bu mübadelenin en mağdur tarafını oluşturuyor. Mesela toprak dağıtılırken dil bilmedikleri için haklarını yeterince savunamadıkları ve bu yüzden onlara daha az toprak verilmiş olduğu biliniyor.[2][2]
Mübadele ile değil de 1890’lardan itibaren aralıklı olarak Anadolu’ya göç etmiş olan Giritliler ise göreceli olarak daha olumlu şartlarda geldikleri ve yerleşecekleri yeri kendileri seçebildikleri için daha şanslı gözüküyor. En azından mallarını, arazilerini değerine yakın bir bedele satacak kadar bir lükse ve zamana sahip olduklarını biliyoruz. Ancak bu durum onların hiç sıkıntı çekmediği anlamına gelmiyor. 1923 Mübadelesi ile gelenler kadar değilse de, devlet ve yerli halk tarafından çoğunlukla “misafir” olarak görülüyorlar. Bilirsiniz bir “misafir” en iyi şekilde ağırlanır, ona hizmet edilir, ancak en küçük bir olumsuzlukta kapı yüzüne kapanabilir. “Çünkü ev ona ait değildir ve o da eve ait değildir”.[3][3]
Hangi milliyetten olursa olsun, bu, bütün göçmenlerin karşılaştıkları bir tavır olmalı. Bu aidiyet sorunu ise onların geçmişi fazlasıyla idealize etmeleri ve/veya geçmişi zihinlerinde yeniden inşa etmeleri gibi kaçınılması güç bir sonuç doğuruyor.
Son zamanlarda bu konuda Türkiye’de yayınlanmış hatırı sayılır bir külliyat oluştu.[4][4]
Bunların içerisinde Girit ile ilgili olanlar ise özel bir yere sahip. Peki neden Girit? Burada kişisel gözlemlerimi paylaşmama izin verirseniz, bunun iki nedeni olduğunu düşünüyorum;
– Birincisi; Anadolu’ya Yunanistan ana karasından ya da Balkanlardan gelen göçmenlere oranla, Giritliler bunu bir kimlik olarak taşımayı sürdürmüşler. Muhtemelen Girit’in diğer adalardan farklı bir konuma sahip olması, böyle bir kimliğin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Girit bir yandan Minos uygarlığının merkezi olmaktan gelen köklü bir gelenekten beslendiği gibi, diğer yandan Osmanlı Devleti için de önemli bir ada. Bundan dolayı eski ve derin bir kültürün izlerini taşıyor. Bu birikim de, üzerinde yaşadığı insanlara doğal olarak yansımış gözüküyor.
– İkincisi; hemen her ada halkı gibi Giritliler de oldukça konservatif. Olanakların sınırlı olması, ana karadan uzaklık ve bunun bir sonucu olarak dış etkilere daha kapalı bir toplumsal yapının oluşması, iletişim ve ulaşım sorunları gibi faktörler “kendine yeterli” bir yaşam biçimini bir bakıma dayatıyor. Bu yüzden Anadolu’ya göç etmiş olan Giritliler de yukarıda ifade ettiğim dış faktörlerin yanı sıra, böyle bir gelenekten geldikleri için kültürlerini diğerlerine oranla daha kolay koruyabiliyorlar. Ancak bu, yeniliklere açık olmadıkları anlamına da gelmiyor, belki bu konuda seçici olduklarını söylemek daha doğru olur.
Bu söylediklerim için örnek vermek gerekirse; mesela Anadolu’da yaşayan hemen her Giritli, aile fotoğraflarını içeren bir albüme sahip. Bu da son derece batılı bir gelenek. Anadolu’da ise o yıllarda dinsel nedenlerle insanın suretinin resmedilmesi yasak olduğu için fotoğraf çekmek ya da çektirmek söz konusu değil. Dolayısıyla Anadolu’ya göç eden Giritliler, sadece bu nedenle bile olsa farklı bir kültürel iklimden gelmiş olduklarının bilincindeler. Öte yandan bu fotoğraflar bize giyim kuşam, ev içi mobilyalar gibi maddi kültüre ait çok değerli bilgiler de veriyor. Genellikle Bektaşi ya da Mevlevi inanışına sahip oldukları için daha açık bir yaşam tarzı sürdürdüklerini bu fotoğraflardan anlamak mümkün.
Konservatif olmalarına gelince; bugün üçüncü kuşak Giritliler de bile rahatlıkla gözlenebilecek bazı özellikler buna örnek olarak verilebilir. Mesela ada kültüründe kadının aile içindeki konumu son derece önemlidir, hatta kadının dominant olduğu bir aile yapısı vardır demek yanlış olmaz sanırım. Bu konumuyla kadın, koruyucu ve kollayıcı bir rol üstlendiği kadar, aileyi bir arada tutan, önemli kararların alınmasında sözü en çok geçen kişi olarak karşımıza çıkar. Var olanı muhafaza ve müdafaa etmek onun en temel görevidir. Bu konservatif karakter sadece burada değil, yemek yaparken bile açıkça görülebilir. 3. kuşak bir Giritli olan Aybala Yentürk’ün dediği gibi “aslında esnek ve yeniliklere açık insanlar olan Giritliler, yemekleri söz konusu olduğunda kurallara son derece bağlı ve tutucu davranırlar. Onları mevcut bir tarifi değiştirmeye, ufak bir ekleme ya da çıkarma yapmaya ikna etmek mümkün değildir.”[5][5]
Anadolu’ya göç edenler arasında “Giritli” kimliğinin nasıl oluştuğuna ve korunduğuna dair bu genel gözlemlerimi aktardıktan sonra, tam da bu noktada İzmir’de Girit’ e uyananların, gündelik yaşama dair alışkanlıklarını nasıl koruduklarına, neleri hatırladıklarına ve özlemlerine daha detaylı olarak bakabiliriz.
NASIL HATIRLIYORLAR…
Geçen sene Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle çekilen ve Tahsin İşbilen’in yönetmenliğini yaptığı “Benim Giritli Limon Ağacım” belgeseli, mübadeleye farklı yaklaşımıyla öne çıktı. Bu belgeselde dördüncü kuşak bir Girit’linin gözünden bugünün fotoğrafı çekiliyor ve Girit kültürünün yeni kuşaklara nasıl ve ne kadar aktarıldığı anlatılıyor. Belgesele adını veren türkünün dizeleri şöyle;
“Benim Giritli limon ağacım
Seni nerelere dikeyim
Dikeyim, dikeyim
Seni kalbime dikeyim”[6][6]
Belki de bu nedenledir İzmir’de bir zamanlar her Giritli’nin bahçesinde bir limon ağacının bulunması. Çünkü bu, Girit’e dair bir imgedir ve kimbilir belki de -bir ağaç gibi- ömrünü kök saldığı yerde geçirme arzusunun bir ifadesidir.Üstelik sadece bu imgeyi değil, kimliklerini oluşturan kültürün bir başka taşıyıcı unsuru olarak yeme-içme alışkanlıklarını da beraberlerinde getirirler. Bunun en belirgin örneği ise Girit’te yaygın olan ot kültürünü olduğu gibi korumaları, korumakla da kalmayıp, Batı Anadolu mutfağına çok ciddi bir etkide de bulunmuş olmalarıdır. Hiç kuşkusuz bu ot kültürünün yaygınlaşmasında, Batı Anadolu’nun verimli arazilerinde çok çeşitli otların bulunmasının önemli bir etkisi var. Ancak bu otları pişirme ve tüketme yöntemleri yerli halktan oldukça farklı.
“İzmir’deki Giritliler yabani otları, çiğ olarak veya haşladıktan sonra zeytinyağı ve limon ekleyip salatasını yaparak, kuzu etiyle ya da etsiz yemek ve börek içi olarak tüketirler. Anadolu geleneğinde ise otlar daha çok kavrularak tüketilirken, Giritliler sıklıkla haşlama tekniğini kullanırlar ya da kuzu eti ile pişirirler.”[7][7]
Bunda hiç kuşkusuz domuz eti yemiyor olmalarının etkisi büyük. Muhtemelen Batı Anadolu’dan Girit’e göç edenler de kolaylıkla domuz eti bulamadıklarından yemeklerini kuzu etiyle pişirme alışkanlığını edinmiş olmalılar. Bunun yanı sıra, “yemeği yapılırken otlar tencereye mutlaka çiğden konur. Birkaçı istisna olmak üzere, otları kavurarak pişirmezler ve piştikten sonra özellikle salatalarda otların renginin ve şeklinin bozulmasını sevmezler. Otları orijinal görünümleri pek bozulmayacak şekilde büyükçe doğranmış olarak pişirir ve haşlandıktan sonra hafif diri kalmalarını tercih ederler. Girit mutfağında ince ince doğranmış ot yemeğine ya da salatasına hiç rastlanmaz.”[8][8]
“Giritlilerin yeme-içme alışkanlıklarında göze çarpan bu farklılıklar, yıllar içerisinde Girit mutfağını yakından tanımayanlar tarafından ’otları, çok ve ayrım göstermeksizin tükettikleri’ yargısına indirgenmiştir. Tıpkı, Giritlilerin çok ot tüketmesi konusunda Anadolu’da her vesile ile anlatılan şu meşhur inek ve Giritli hikayesinde olduğu gibi. Bu fıkra Giritlilerin ot yemeklerine düşkünlüklerini ortaya koymaya çalışırken, sanki seçicilikten uzak bir şekilde her gördükleri otu oburca tükettikleri gibi yanlış bir gözlemi ve hafif bir küçümsemeyi de içerir”[9][9].
Fıkra şöyledir:
Bir gün tarlaya bir Giritli ve bir inek girerler. Tarla sahibinin oğlu babasına koşup “Baba tarlaya bir inek ve bir Giritli girdi. Ne yapayım?” diye sorar. Babası da, “İneğe dokunma Giritliyi çıkar, o hiçbir şey bırakmaz” diye cevap verir.
Evet, Anadolu’daki Giritlilerin yeme-içme adetlerinde ot kültürü bu kadar baskındır. Ama bu kadar baskın olmasa da, ilk kuşak göçmenlerin bir başka lezzeti de kuşaktan kuşağa aktardıklarını biliyoruz. Bu da salyangozdur. Anadolu’da sıkça söylenen bir deyim vardır; olmayacak bir iş için boşuna uğraşmamak gerektiğini vurgulamak istediklerinde “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” derler. Oysa bu sözü boşa çıkartırcasına, İzmir’in Müslüman mahallelerinde –gizli de olsa- salyangoz satılmıştır ve bugün de satılmaktadır. Levanten bir tanığım, 1920’lerde bu salyangozları İzmir’de “Tahtacı” adıyla bilinen Alevi dağ köylülerinin getirdiğinden söz etmişti.[10][10]
Muhtemelen alıcıları sadece Levantenler de değildi, Girit’ten gelen Müslümanlardı aynı zamanda. Bu da demek oluyor ki müslüman, müslümana salyangoz satıyordu İzmir’de ve çok da zor bulunan bir şey değildi.
Nuriye Onağaçlar da bunu teyid edercesine aynı şeyleri anlattı bize; 1913 yılında ailesi Retimno’dan İzmir’e geldikten kısa bir süre sonra doğmuş ve genç kızlık çağına geldikten sonra evlenmiş olan Nuriye Tete,-annesi yememekle beraber- babasının salyangozu çok sevdiğini ve bir gün evlerine ziyarete geldiğinde salyangoz getirdiğini, kendisinin de bunları pişirdiğini anlattı. Üstelik çocuklarına da yediriyormuş ama, adına salyangoz değil de “karidaça”(karidya) yani ceviz diyerek. Böylece akşam eve gelen eşi, çocuklara “ne yaptınız bugün?” diye sorduğunda, çocuklar ceviz yedik diye cevap veriyorlarmış. Nuriye Tete yedikleri salyangozların kabuklarını da çöpe değil de, gidip dereye attığını söyledi. Muhtemelen hem eşi, hem de komşular salyangoz yediklerini anlamasınlar diye yapıyordu bunu. Bugün ise -yaygın olmamakla beraber- bu gelenek İzmir’de bir Alevi köyü olan Bademler’de hala sürüyor.
Yemek konusunda hemen her Giritli’nin Giritli sayılabilmesi için bilmesi şart olan bir diğer yemek ise “Çullama”. Çullama, bir tepsinin içine konan ince yufkanın üzerine küçük parçacıklar halinde haşlanmış tavuk eti ve ciğerli iç pilavın (patula) konduğu bir tür börek. Bu malzemenin üzerine yine ince yufka parçacıkları konarak fırına atılıyor ve sıcak olarak tüketiliyor.[11][11] Buna benzer bir börek ise Selanik’te yaygın olarak yapıldığını bildiğimiz “muhacir böreği”[12][12],
ancak çullamadan farkı içinde pilav olmaması ve fırında değil de odun ateşinde pişiriliyor olması. Yine lor peyniriyle yapılmış bir pide olan mizitro pides, metahorta pides, marata yani arapsaçı İzmir’deki Giritliler arasında bilinen ve yapılan diğer çeşitler.
Hiç kuşku yok ki Anadolu’daki Giritlilerin hatırladıkları, sadece yemek kültürüne ait şeylerden ibaret değil. Özellikle kuşaktan kuşağa aktarılan Girit’teki yaşama dair anılar da bu resmin önemli bir parçasını oluşturuyor. Gerek birinci kuşak Girit göçmenleri, gerekse ondan sonra gelen kuşakların anılarında Girit, zenginlik ve bolluk demek. Tarımla uğraşanlar olmakla beraber, çoğu ticaretle uğraştıklarından kentli ve burjuva bir yaşam biçimine sahip olduklarını söylemek yanlış olmasa gerek. Bu nedenle anlatılarda, eski topraklardaki o zengin ve refah dolu yaşama sık sık vurgu yapılmasını anlamak zor değil. Nitekim, hem yaptığım kayıtlarda, hem de okuduğum kitaplarda, adada yaşarken fakir olduklarını söyleyen hiçbir Giritli’ye rastlamadım.
Burada yine Nuriye Onağaçlar’ın anlattığı bir aile öyküsüne kısaca yer vermek isterim; Nuriye hanımın, sonradan adı Maria olan “Fatma tete” sini bir Türk genci istemiş. Fatma da 14 yaşındaymış, vermemişler. Komşuları olan bir Rum kadını, “Fatma, seni o genç istiyor, götürelim” demiş. Fatma evden kaçmış, o gence götürmüşler. Fakat o genç, Fatma’nın ağbilerinden korktuğu için son anda evlenmekten vazgeçmiş. Damat adayı kabul etmeyince, Fatma bu sefer eve de geri dönememiş ve bir manastıra sığınmış. Tam beş sene kalmış orada. Bu arada Fatma’nın dayısı da her yerde onu arıyormuş, bu yüzden Atina’daki bir manastıra kaçırmışlar Fatma’yı. Oraya gittiğinde buraya nasıl geldin, ne oldu diye sorguya çekerlerken, Fatma düşüp bayılmış. Hiçbir şey anlatamadan düşüp bayılınca, sorguya çeken kişi demiş ki “uyanınca ‘Allah’ derse bir Türk’le evlendireceğiz, eğer istavroz yaparsa bizim olacak”.Fatma istavroz yapmış. Daha sonra da Rethimno’daki manastıra geri gönderilip, o manastırın bakıcısıyla evlendirilmiş. Şimdi Maria’nın torunları Rethimno’da yaşıyor ve Nuriye teyze iki-üç yıl önce oraya gidip akrabalarını bulabildiği için çok mutlu. Özellikle vurguladığı şey ise; orada akrabaları da dahil herkes tarafından çok güzel karşılandığı ve iyi ilişkiler kurmuş olduğu.
Zaten geçmişte Girit’e dair anlatılarda en önemli vurgulardan biri de; Yahudi ve Rumlarla olan ilişkilerin genellikle olumlu olduğu, her kesimin ibadetini özgürce yaptığı, komşuluk ilişkilerinin özel günlerde ve bayramlarda karşılıklı olarak geliştiği şeklinde. Ancak işlerin iyice karıştığı 1890’lardan itibaren bu durum tersine dönmüş gözüküyor. Tıpkı İzmir’de yaşayan yerli Rumlarla Müslüman kesim arasında olduğu gibi, milliyetçi politikalar ve savaşın yarattığı sonuçlar, zaman zaman “insan” olmanın önüne geçiyor. Ama bugün bence önemli olan, her şeye rağmen “insan kalma” çabası ve sadece geçmişin acıları ve savaşlar üzerinden bir tarih yazmanın kolaycılığından artık vazgeçilmesi gerektiği. Modern tarih yazımında vurgulandığı üzere; tarih yazımı, artık sadece zaferlerin ya da yenilgilerin alt alta listelendiği bir tür envanter çıkarma işleminden daha fazla bir şey olmalıdır. Böylece “insanı” merkeze koyan, onu tarihin flu bir arka planı olarak değil de, tarihin öznesi yapan bir anlayışın gelişmesi mümkün olabilir. Yoksa okumakta olduğunuz yazıya konu olan bütün göçmenler de, her zaman “misafir” olarak görülmeye ve tarihin basit bir nesnesi olarak algılanmaya devam edecekler.
Bu noktada, göçmenlikte son derece deneyimli olan Yahudilerin bir deyişini hatırlatmak isterim. Derler ki; “ Oğul babanın yaşadıklarını unutmak, torun hatırlamak ister”…Tıpkı bugün yaşayan Giritlilerin geçmişin acıları yerine, Girit kültürünü hatırlamaya ve ona sahip çıkmaya çalışmalarında olduğu gibi yani. Yazının başına geri dönersek; evet mutlu göç yoktur, ama yeni topraklarda yeni bir hayat yaratmak mümkündür.
Not: Bu bildiri 30-31 Mart 2007 tarihleri arasında Girit Tarih Müzesi’nin düzenlediği “Crete Town Life (i898-1940” başlıklı sempozyumda sunuldu.
[13][1] Roni Marguiles, “Kaçmak, Kovulmak, Gitmek”, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2007, Sayı:576, s:86-87
[14][2] H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanların Makus Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001, s: 304
[15][3] Kevser Can, Lozan ve Mübadilleri, Radikal Gazetesi, 26 Kasım 2006.
[16][4] Lozan Mübadilleri Vakfı da bu konuda son derece değerli çalışmalar yapmaktadır.
[17][5] Aybala Yentürk, “Girit Toprağını Hatırlayan Ot Yemekleri”, Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:4, Çiya Yayınları, İstanbul 2005.
[18][6] www.benimgiritlilimonagacim.com
[19][7] Aybala Yentürk, a.g.m.
[20][8] Aybala Yentürk, a.g.m.
[21][9] Aybala Yentürk, a.g.m.
[22][10] Pelin Böke, İzmir 1919-1922 / Tanıklıklar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2006. Eugenie Kokini(1906) ile, 06.11.1994 tarihli görüşme kaydı bu kitapta mevcuttur.
[23][11] Ertuğrul Erol Ergir, Giritli Mustafa, Mart 2000, s: 36.
[24][12] Hakime Güven (1922), 9 Haziran 2006 tarihli görüşme.
[1][1] Roni Marguiles, “Kaçmak, Kovulmak, Gitmek”, Milliyet Sanat Dergisi, Mart 2007, Sayı:576, s:86-87
[2][2] H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanların Makus Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001, s: 304
[3][3] Kevser Can, Lozan ve Mübadilleri, Radikal Gazetesi, 26 Kasım 2006.
[4][4] Lozan Mübadilleri Vakfı da bu konuda son derece değerli çalışmalar yapmaktadır.
[5][5] Aybala Yentürk, “Girit Toprağını Hatırlayan Ot Yemekleri”, Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:4, Çiya Yayınları, İstanbul 2005.
[6][6] www.benimgiritlilimonagacim.com
[7][7] Aybala Yentürk, a.g.m.
[8][8] Aybala Yentürk, a.g.m.
[9][9] Aybala Yentürk, a.g.m.
[10][10] Pelin Böke, İzmir 1919-1922 / Tanıklıklar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2006. Eugenie Kokini(1906) ile, 06.11.1994 tarihli görüşme kaydı bu kitapta mevcuttur.
[11][11] Ertuğrul Erol Ergir, Giritli Mustafa, Mart 2000, s: 36.
[12][12] Hakime Güven (1922), 9 Haziran 2006 tarihli görüşme