Özet
Türk-Yunan ilişkileri tarih boyunca inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bunun temel nedeni olarak her iki ülkenin de başarıyla sonuçlanan bağımsızlık savaşlarını birbirlerine karşı vermiş olması düşünülebilir. Dünyada başka bir örneği olmayan bu ilişki Türk Kurtuluş Savaşından sonra gerçekleşen ve yüzyıllarca birarada yaşayan iki halkın birbirinden mutlak olarak ayrışmasıyla sonuçlanan zorunlu nüfus mübadelesi ile birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. 1950’lerdeki Kıbrıs olaylarından sonra gerginleşen ilişkiler 1999 Marmara ve Yunanistan depremleriyle birlikte göreli olarak bir yumuşama sürecine girmiştir. Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyetleri genel olarak Habermas’ın “kamusal alan” kavramı kapsamında incelenebilir. Hayatın her alanında etkinlik gösteren bu kuruluşların önemli bir faaliyet alanı da ülke içinde ve dışında barışı tesis etmek ve korumak yolundaki çabalara destek olmaktır. Zorunlu nüfus mübadelesine tabi olarak 1920’lerde Yunanistan’dan gelen Türklerin çocuklarının ve torunlarının kurduğu Lozan Mübadilleri Vakfı savaşın yarattığı yıkımların bir daha yaşanmaması, anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesi ve Ege’nin iki yakasında bir barış kültürü oluşturmak için çaba sarfetmektedir.
PUBLIC SPHERE, PEACE, AND NON-GOVERNMENT ORGANIZATIONS
Abstract
Turkish-Greek relations had ups and downs througout the history. It could be argued that the main reason for this is the fact that both countries had fought their successful independence wars against one another. This relation, where no other similar example exists in the world had a new dimension after the Turkish Independence War and the resulting compulsory population exchange. The relations which became tense after the Cyprus incidents in the 1950s relatively relaxed after the Marmara and Greek earthquakes in 1999. Activities of Non-Government Organizations can be examined in the context of Habermas’s “public sphere” concept. An important area of activity of these organizations is to support the activities that establish and protect the peace within a country and among the countries. The Foundation of Lausanne Treaty Emigrants which has been founded by the descendents of the Turks that had emigrated to Turkey in the 1920s strives to prevent the disasters as results of wars, to solve the disputes in peaceful ways, and to establish a peace of culture around the Aegean sea.
Giriş
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler 19. ve 20. yüzyıllarda inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bunun nedeninin bir ölçüde dünyada ilk ve tek olarak gerçekleşmiş bir olguyla ilgili olduğu söylenebilir: Her iki ülke de bağımsızlıklarını birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri savaşlarla kazanmışlardır. 1821’de başlayan Yunan isyanı 1830’da Yunan devletinin kurulmasına yol açmış, 15 Mayıs 1919’da başlayan Yunanistan’ın Anadolu işgali 1922’de Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ordusu tarafından engellenerek Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bağımsızlık Savaşı sonrasında 1923’de Lozan Anlaşmasının bir eki olarak Türk ve Yunan hükümetleri arasında imzalanan “Türk ve Yunan Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye topraklarındaki Yunan-Ortodoks nüfus Yunanistan’a, Yunanistan topraklarındaki Türk-Müslüman nüfus ise Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilmişlerdir. Savaşların acı hatıraları doğal olarak her iki ülke halkının kollektif hafızasında derin izler bırakmıştır. Atatürk ve dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos tarafından 1930’larda kurulan barış ve dostluk ortamı ve Atatürk’ün Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmesi iki ülke arasındaki ortamı bir süre yumuşatmış, ancak 1950’lerde başlayan Kıbrıs olayları ile ilişkiler yine gerginleşmiştir. Son zamanlarda iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden yumuşama eğilimine girmişse de çeşitli konulardaki anlaşmazlıkların hala devam ettiği söylenebilir.
Bu makalede bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olarak Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV) ve bu kuruluşun oluşmasına yol açan tarihsel olaylarla birlikte STK’ların faaliyetlerinin teorik düzlemde irdeleyen en iyi araçlardan biri olan Habermas’ın (1997) kamusal alan kavramı incelenecektir. Bu kavram sadece temel aldığı akıl yürütme temelinde ikna faaliyeti ile değil, aynı zamanda çağrıştırdığı şiddet karşıtlığıyla da LMV’nin yurtiçi ve yurtdışında gerçekleştirdiği etkinliklere ışık tutmaktadır.
Tarihsel arkaplan: Lozan anlaşması
Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunun 30 Ağustos 1922’deki kesin yenilgisinden ve hemen arkasından Anadolu topraklarını tamamen boşaltmasından hemen sonra 3 Ekim’de Türkiye ile birlikte Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya heyetleri silah bırakışması için Mudanya’da biraraya geldiler. İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti 11 Ekim’e kadar süren ve birkaç kez kesilen çetin müzakereler sonunda istediğinin çoğunu aldı. Öyle ki, Yunanistan Başbakanı Venizelos İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 13 Ekim’de çektiği telgrafda “ateşkes protokolunu büyük bir hayal kırıklığıyla okuduğunu” ve ülkesinin “eski müttefiklerinden hak ettiği desteği bulamadığını düşündüğünü” belirtti (Yıldırım, 2006: 82). Yunan heyetinin başındaki general Mazarakis’in anlaşmaya imza koymaktan kaçınması üzerine Müttefiklerin baskısıyla İstanbul’daki Yunanistan temsilcisi Sinopulos 14 Ekim’de anlaşmayı imzaladı. Böylelikle 15 Mayıs 1919’dan beri devam eden Anadolu’daki Yunan işgali resmen bitmiş oldu. Yunanistan’ın bu maceraya atılmasında en büyük katkıyı sağlayan İngiltere’nin Başbakanı Lloyd George istifa etmek zorunda kaldı.
Silah bırakışmasının hemen arkasından yapılacak barış anlaşması görüşmeleri için İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya 28 Ekim’de tarafları İsviçre’nin Lozan/Lausanne kentine biraraya gelmek üzere davet ettiler. Ancak Türk tarafına yapılan davet hem İstanbul hem de Ankara Hükümetlerine gönderilmişti. Bunu kabul edilemez bulan Mustafa Kemal ve arkadaşları TBMM’ne bir önerge vererek “Osmanlı Devletinin yıkıldığına ve yeni bir Türk devletinin doğduğuna” dair bir karar aldırdılar. Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa Başkanlığındaki İstanbul Hükümeti istifa etti, Padişah Vahdettin de 17 Kasım’da ülkeyi terketti.
Resmi adı “Yakın Doğu Sorunları Üzerine Lozan Konferansı” olan görüşmeler 21 Kasım 1922’de Chateau d’Ouchy otelinde İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un başkanlığında başladı. Türk heyetinde başkanlık yapan yeni Dışişleri Bakanı İsmet Paşa haricinde delege olarak Sağlık Bakanı Rıza Nur ve eski Maliye Bakanı Hasan Bey (Saka) bulunuyordu. Heyette ayrıca danışmanlık, katiplik ve tercümanlık gibi çeşitli destek işlevlerini yerine getiren 33 kişi daha da bulunmaktaydı. İngiltere Lord Curzon, Yunanistan ise Başbakan Venizelos başkanlığındaki heyetlerle konferansa katıldılar. Barış görüşmeleri için çağrı yapan dört ülke haricinde Sırp-Hırvat-Sloven devleti, ABD, SSCB, Bulgaristan, Romanya, Belçika ve Portekiz de görüşmelerde yer aldılar.
Lozan görüşmeleri doğal olarak Mudanya’daki silah bırakışması toplantısından çok daha uzun sürdü ve çok daha çetin pazarlıklara sahne oldu. Öyle ki, başta kapitülasyonlar olmak üzere çeşitli konulardaki anlaşmazlıklar üzerine Türk heyeti 4 Şubat 1923’de Lozan’ı terk ederek yurda döndü. 23 Nisan’da yeniden başlayan görüşmeler anlaşmazlıkların çoğunun giderilmesi üzerine 24 Temmuz 1923 tarihinde gerçekleşen imza töreniyle son buldu.
143 maddeden oluşan Lozan anlaşmasının biri özel olarak ülkemiz tarihiyle ilgili, diğeri ise genel dünya tarihiyle ilgili önemli iki yanı bulunur. Birinci olarak Lozan anlaşması üç ay sonra ilan edilecek Türkiye Cumhuriyetinin resmi dayanağı oldu. Bu anlaşma, yeni devletin yerini aldığı Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlardaki perişan halinin aksine ekonomik ve siyasi bağımsızlığını teminat altına alıyordu. İkinci olarak Lozan haricindeki diğer bütün I. Dünya Savaşı sonrası anlaşmalar gerçek müzakere süreçleri sonunda değil, Müttefiklerin dayatması ile imzalanmışlardır. Bunlardan Sevr (Sevres) anlaşmasını içerdiği çok ağır hükümler nedeniyle Padişah Vahdettin onaylamamış, 1919’da zamanın Alman hükümetinin imzalamak zorunda kaldığı Versay (Versailles) anlaşması ise birçok tarihçiye göre “Alman milli gururunu ayaklar altına alarak” II. Dünya Savaşını başlatan Nazi saldırganlığının yararlandığı en önemli kaynaklardan biri olmuştur.
Mübadele (Değişim) Fikri ve Lozan’da Mübadele
Güney Doğu Avrupa’da ve Anadolu’da yaşayan halklar arasında zamanla gelişen etnik ve dinsel çelişkiler 20. yüzyılın başında birarada yaşamayı engelleyecek boyuta geldi. 1789 Fransız ihtilalinin yarattığı milliyetçilik dalgaları 19. yüzyıl boyunca tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da milli bilinçlenmeye neden oldu, 1830’da Yunan devletinin kurulmasından sonra Osmanlı İmparatorluğunun mağlup çıktığı savaşlar birbirinin peşisıra diğer Balkan devletlerinin kurulmasıyla sonuçlandı. Siyasal plandaki bu gelişmeler daha önceleri göreli olarak sorunsuz bir şekilde birlikte yaşayan halk topluluklarının yanıbaşlarında etnik ve dinsel “ötekiyi” keşfetmesine ve saldırgan bir milliyetçilik anlayışının gelişmesine yol açtı. Siyasal bilimler literatüründe “Balkanlaşma” olarak tanımlanan içiçe halk topluluklarının bu şekilde bölünmesi 20. yüzyılda da sürdü. Bu sürecin etkileri günümüze kadar gelerek Avrupa’nın ortasında yaklaşık 200.000 kişinin öldüğü Bosna savaşına yol açtı.
Nüfus mübadelesi (değişimi) fikri 20.yüzyılın başındaki bu ortamda gelişti. Düşmanlıkların sonucu gelişen saldırganlıklar ve bunların sonucunda oluşan “öteki” hakkındaki gerçek ve sanal acı anılar yüzyıllarca süren modus vivendi’nin sonunu getirince doğal olarak toplulukların ayrışması gündeme geldi. Bu eğilim hem yeni kurulan, hem de eskiden beri var olan devletler tarafından da “kendilerine ait” ve “temiz” bir nüfus yapısının oluşmasına yol açtığı için hemen benimsendi.
Balkan Savaşından sonra 15 Kasım 1913’de Osmanlı ve Bulgaristan hükümetleri sınırın her iki tarafta 15 kilometre içindeki Bulgar ve Türk-Müslüman nüfusun ve bunların mülklerinin gönüllülük esasına göre değişimi konusunda bir mutabakat imzaladılar. Buna göre sınırın Osmanlı tarafında yerleşik Bulgar nüfustan isteyenler Bulgaristan’a, Türk-Müslüman nüfustan isteyenler de Osmanlı topraklarına geldiler. Bundan bir yıl sonra ise Osmanlı ve Yunanistan hükümetleri Makedonya’daki Türk-Müslüman nüfus ile İzmir çevresindeki kırsal alanlarda yerleşik Yunan-Ortodoks nüfusun yine gönüllülük esasına göre değişimini öngören ancak I. Dünya Savaşının başlaması nedeniyle uygulanmayan bir başka anlaşmaya vardılar (Yıldırım, 2006: 39). Aynı şekilde 1919’da imzalanan Neuilly anlaşması çerçevesinde 30.000 Yunanlı Bulgaristan’dan Yunanistan’a, 53.000 Bulgar da Yunanistan’dan Bulgaristan’a yerleştirildi. Ancak, gönüllülük esasına dayalı bu anlaşma 82.000 Bulgar’ın Makedonya’daki topraklarından ayrılmayı reddetmesi ile sonuçlandı (Aktar, 2005a: 44).
Yunan ordusunun işgal sürecinde yerel halka karşı uyguladığı ve olayları izleyen dönemin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee’nin gazeteci sıfatıyla belgelediği dizginsiz şiddet savaş bittikten sonra yerli Rumların Anadolu’daki varlıklarını zorlaştırdı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde azınlık olarak yaşayan Rumlar genel olarak Yunan işgalini desteklemiş ve küçük bir kısmı da bizzat Yunan ordusunun saflarında savaşmışlardı. Tüm bunlar Rumların Kurtuluş Savaşı sonrası ortamda uzun dönemde “kendilerinden kurtulunması gereken” bir risk unsuru olarak görülmesine yol açtı. Bu nedenle Lozan’a giden Türk heyetine verilen 14 maddelik talimatın (Şimşir, 1990) bir maddesi azınlıklar konusundaydı. Buna göre görüşmelerde yabancı topraklarda kalmış Türk-Müslüman nüfusun Türkiye’ye getirilmesi, Türkiye’deki azınlıkların da ülke dışına çıkarılması fikrinin konferansda savunulması istenmekteydi.
Yunanistan’ın Balkan savaşından galibiyetle çıkarak Selanik’le birlikte Makedonya’nın büyük bir kısmına sahip olması bu bölgelerdeki Türk ve diğer azınlıklarla karşı karşıya gelmesine yol açtı. Örneğin, Makedonya şehirlerinden Drama’da Türk ve Müslüman nüfus %79, Kavala’da %69, Selanik’de %26, ve Serez’de %40 oranını buluyordu (Tsitselikis, 2005: 345). Diğer etnik gruplar da gözönüne alındığında bu bölgede Yunan asıllı nüfus azınlıkta kalıyordu. Yunan hükümeti yeni topraklarındaki azınlıklara hemen vatandaşlık vermiş olmasına rağmen Balkanların genel durumu da gözönüne alındığında uzun dönem için kaygılanmış olmalıdır. Anadolu’daki Rumların durumunun da kendisi için bir endişe kaynağı olduğu da düşünülebilir. Muhtemelen bu nedenlere bağlı olarak Lozan’da görüşmeler başlayınca Yunan tarafının da Türk tarafı gibi mübadele fikrine yatkın olduğu görüldü. Milletler Cemiyetine bağlı Mülteciler Yüksek Komiseri Fridtjof Nansen’e göre konferans başlamadan once Yunan heyeti kendisinden bir nüfus mübadelesi taslağı hazırlamasını istemişti (Barutciski, 2005: 36).
Lozan’da mübadele konusu 1 Kasım’da “Bölgesel ve Askeri Komisyon” tarafından ele alınarak “Tutuklu ve Nüfus Mübadelesi Alt Komisyonu” kuruldu. Bu komisyon oluşturduğu raporu 9 Ocak 1923’de “Bölgesel ve Askeri Komisyona” sundu. Bu tarihten sonra tarafların çeşitli manevralarıyla geçen çetin pazarlık sürecinde son halini alan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” 30 Ocak 1923’de imzalandı. Protokol 19 maddeden oluşur. Birinci madde protokolun geneli hakkında bir fikir vermektedir:
“Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine (exchange obligatoire) girişilecektir. Bu kimselerden hiç biri, Türk Hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.”
Protokolun en önemli unsuru daha önce yapılan mübadele anlaşmalarının tersine yer değiştirmenin gönüllülük temelinde değil, zorunlu olarak yaptırılmasıdır. Bunun anlamı İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri istisna olmak üzere milyonlarca kişinin kendi düşünceleri alınmadan yüzyıllar boyunca yaşadıkları topraklardan hiç bilmedikleri yerlere zorunlu olarak göç ettirilmesidir.
Anadolu Rumlarının önemli bir bölümü Türk ordusunun İzmir’e giriş tarihi olan 9 Eylül 1922 ile 11 Ekim’deki Mudanya silah bırakışması arasında zaten ülkeyi terkettiği (Aktar, 2005b: 130) ve bir kısmı da mübadele anlaşmasının imzalandığı tarihte göç için limanlarda oluşturulan kamplarda gemi bekledikleri için Yunan tarafı açısından anlaşmanın fiili durumu meşrulaştırdığı söylenebilir. Ancak, Türk tarafı açısından durum böyle değildir. Yunan topraklarındaki etnik huzursuzluklara rağmen Türkler genellikle Anadolu’ya gelmek için hiç acele etmemiş, Anadolu’da yaşayan ve Ortodoks dinine mensup olup Türkçe konuşan Karamanlılar gibi Lozan Anlaşmasının 24 Temmuz 1923’de imzalanmasına kadar yaşadıkları yerleri terk etmek istememişlerdir (Yıldırım, 2006: 107, 208-211). 150.000 civarındaki nüfuslarıyla Kapadokya’da yaşayıp önemli bir azınlık grubu olan ve Türkçe konuşan Karamanlılar TBMM’ye verdikleri dilekçelerle kendilerinin mübadeleye tabi olmaktan çıkarılmasını istemişlerse de bu istekleri kabul edilmemiştir (ibid.: 136, 185). Aynı şekilde Yunanistan’daki Türklerin bir kısmı da Yunan makamlarına verdikleri dilekçelerle mübadeleye tabi olmak istemediklerini belirtmişler veya mallarını satmak için verilen sürenin azlığını protesto etmişlerdir (ibid.: 134, 175). Yıldırım’ın (2006: 60) Nansen’in yardımcısı Noel-Baker’dan aktardığına göre Lozan’dan önce Nansen’in İstanbul’da bir basın toplantısıyla muhtemel mübadeleyi duyurmasından iki gün sonra Yunanistan’daki Türkler’den iki düzine civarında toplum lideri İstanbul’a gelerek kendisiyle bir toplantı yapmışlar ve topraklarında kalmak istediklerini belirtmişlerdir. Ancak bu dönemde Türklerin bir kısmının da kendileri için daha güvenlikli olan Anadalu’ya gitme fikrine sıcak baktıkları düşünülebilir.
Mübadele anlaşmasının önemli özelliklerinden biri de grup tanımlarının etnik olmaktan ziyade din temeline göre yapılmış olmasıdır. Bu nedenle Müslüman Türk ve Ortodoks Rum’larla birlikte Arnavut, Çingene gibi diğer etnik gruplar da dinlerine göre zorunlu olarak göç ettirilmişlerdir.
Mübadeleye tabi olan nüfus için değişik kaynaklarda çelişkili rakamlar bulunmakla birlikte bu dönemde Yunanistan’a yaklaşık 1.400.000 kişinin gittiği (Hirschon, 2000: 34), Türkiye’ye gelenlerin ise bunun yaklaşık üçte biri olduğu söylenebilir. 1877-78 Osmanlı Rus savaşı ve 1912-13’deki Balkan Savaşı yenilgisi ile oluşan Anadolu’ya Türk göçü böylece mübadele ile daha da pekişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun en gelişmiş bölgesi olan Balkan topraklarından gelen bu nüfus göreli olarak iyi eğitilmiş ve yeniliklere açık yapısıyla İmparatorluğun son yıllarındaki kaderini belirleyen İttihat ve Terakki Partisiyle beraber yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kilit kadrolarının çok büyük bir kısmını oluşturmuştur.
Mübadelenin Bugünün Gözüyle Değerlendirilmesi
Türk-Yunan zorunlu mübadelesine 21. yüzyıl değerleriyle bakıldığında bunun günümüz dünyasında uygulanması zor bir eylem olduğu söylenebilir. İki milyon civarında insanın zorunlu göçe tabi tutulması hem bu insanların muhtemel karşı çıkışları hem de uluslararası toplumun itirazları nedeniyle bugün 1920’lerde olduğu kadar kolay yapılamaz. Etnik ve dinsel gerilimler nedeniyle Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesinin benzerlerinin 20. yüzyıl boyunca birçok kere yapılmasına olmasına rağmen bu tür eylemler günümüz dünyasında gitgide “etnik temizlik” kapsamında değerlendirilip karşı çıkılmaktadır.
Her iki ülkede mübadele sonrasında yaşanan sıkıntılar da zorunlu göçün zorluklarını artırmıştır. Mübadillere geride bıraktıkları taşınmaz mallar değerinde mal vadedilmesine rağmen suistimaller ve organizasyon bozuklukları nedeniyle birçok sorun yaşanmıştır (Arı, 1995: 108-117). Türkiye’ye gelen mübadillerin genellikle Yunancadan, Yunanistan’a gidenlerin ise Türkçe’den başka dil bilmemesi daha da büyük zorluklara yol açmış, her iki taraf mübadilleri bazen yerli halk tarafından kökenleri “şüpheli” olarak addedilmiş ve dışlanmışlardır.
Mübadele Yunan toplumsal belleğinde Türkiye’den çok daha önemli bir yer tutar. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi 1922’de yaşanan “Küçük Asya felaketi” ile 1830’dan beri sürekli toprak kazanan ülke işgal ettiği toprakları kaybetmekle kalmamış, Anadolu’daki binlerce yıllık Helen varlığı da sona ermiştir. İkincisi ise yenilgi sonrasında oluşan göçün boyutudur. Bu dönemde nüfusu beş milyonun altında olan (Hirschon, 2000: 34) ülke nüfusuna çok kısa bir dönemde üçte bir kadar nüfus daha eklenmiştir. Bu nedenlerle Yunan toplumsal yaşamında olduğu gibi edebiyat ve diğer üstyapı kurumlarında mübadele çok önemli bir yer tutar. Ülkede kamusal alanın büyük ölçüde mübadele ile iştigal ettiğinin en önemli göstergelerinden biri her yerleşim yerinde mevcut olan mübadil dernekleridir. Anadolu’nun belli bir yerinden gelen mübadiller Yunanistan’da aynı adla yerleşim yeri koymakla kalmamış, (başına Nea (Yeni) konarak; örneğin Nea Symrna (İzmir)) bu yerleşim yerlerinde çoğu halen yaşamakta olan dernekler kurmuşlardır.
Türkiye’deki durumun ise bunun tam tersi olduğu söylenebilir. Savaştan zaferle çıkan Türkler toprak kaybıyla geçen birkaç yüzyıldan sonra ilk defa topraklarını garanti altına almışlardır. Gelen mübadillerin yerel halka oranı ise dönemin yaklaşık 12 milyon olan nüfusu gözönüne alındığında travma yaratacak boyutta değildir. 1920’lerin Yunanistan’ının yaşadığı siyasal çalkantıların tersine 1923’de Cumhuriyetin kurulmasından sonra göreli olarak Türkiye’de istikrarın daha kuvvetli olduğu söylenebilir. Mübadeleye yönelik tutumda Türkiye’de devletin merkezi ve otoriter devlet yapısının rolü de vardır. Devlet bu dönemde yasaklanan çoğu diğer örgütlenmeler gibi (örneğin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka) mübadil örgütlenmelerine de sıcak bakmamıştır (Yıldırım, 2006: 306-307). Tüm bunların sonucunda ortaya tuhaf bir durum çıkmış, yenilen taraf yenilgi sonucunda gelen bir olguyu toplumsal hayatın merkezine oturturken yenen taraf bunu neredeyse yok saymıştır. İki ülke arasındaki bu farklılıklar tarih yazımına da yansımış, Yunanistan’da “Küçük Asya felaketi” ve sonraki mübadele Yunan resmi tarih yazımı tarafından çok önemli görülmesine rağmen mübadele Türk tarih yazımında neredeyse küçük bir dipnot seviyesine indirgenmiştir.
Sivil Toplum Kuruluşları ve Kamusal Alan
İnsanların belli amaçları gerçekleştirmek için geliştirdikleri çeşitli oluşumlardan biri de Sivil Toplum Kuruluşlarıdır (STK). Bugün dünyanın her yerinde etkin olan sayısız STK bulunmakta olup bu kuruluşlar akla gelebilecek her alanda faaliyet göstermektedirler. Geçen yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmelere paralel olarak iletişim ve seyahat olanaklarının olağanüstü ölçüde artmasıyla birlikte bir çok STK ulusal ölçekteki etkinliklerini uluslararası boyuta taşımışlar ve uluslararası ölçekte etkinlik gösteren birçok STK kurulmuştur.
Gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte etkinlik gösteren STK’ların çalışmalarının “Frankfurt Okulu’nun” en önemli düşünürlerinden biri olan Habermas’ın “kamusal alan” (öffentlichkeit / public sphere) önermesi çerçevesinde ifadesini bulduğu söylenebilir. Frankfurt Okulu kapitalizme ve sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde ve müttefiklerinde uygulanma tarzına karşı felsefi eleştiriler yöneltmiş ve bunların alternatifi olarak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum teorisi kurmaya çalışmıştır. Aralarında fikir ayrılıkları olsa bile Adorno, Horkheimer, Marcuse ve Habermas gibi düşünürler eleştirel felsefi kuram çerçevesinde biraraya gelerek okulun genel fikri yapısını oluşturmuşlardır. Frankfurt Okulunun felsefi planda 20. yüzyıl boyunca en tartışılan etkinliğinin tarihsel materyalizmin idealizme yönelttiği eleştirilerin bir adım önüne geçerek bizzat tarihsel materyalizmin eski Doğu Bloku ülkelerinde uygulandığı söylenen pozitivist ve determinist yorumlarına karşı yönelttiği eleştiriler olduğu söylenebilir.
Habermas’ın 1962’de “Strukturwandel der Öffentlichkeit” ismiyle yazdığı ve günümüz dünyasında eleştirel siyaset teorisinin klasiklerinden biri sayılan kitabında (Habermas, 1997) teorik çerçevesi çizilen kamusal alan önermesine göre bu ortam vatandaşların özgür iradeleriyle yaptıkları tartışmalar vasıtasıyla oluşur. Bu tartışmalar ve ortak akıl temelindeki gerçekleşen ikna eylemleri kamuoyunu oluşturur. Kamusal alanda her birey düşündüklerini açıklamakta ve diğer bireyleri ikna etmek yönündeki çabalarında tam bir özgürlüğe sahip olduğu gibi tüm bireylerin kamusal alana erişimi garanti altına alınmıştır. Cinsiyet, dil, din ve ırk özelliklerinden bağımsız olarak bireylerin topluluk içindeki gücü ve söz hakkı eşit olduğu gibi bu eşitlik ekonomik ve sosyal güç tarafından da bozulamaz. Habermas gerçek hayatta böyle bir durumun mümkün olmadığını kabul ederek kamusal alan kavramının ancak ideal bir durumu yansıttığını belirtmektedir. İdeal durumuyla kamusal alan demokrasinin uygulanmasını sağlayan bir araçtır. Halkın gerek tüm ülkeyi ilgilendiren, gerekse sınırlı bir coğrafi ya da sosyal bir ortamı ilgilendiren sorunlarda söz ve karar sahibi olması kamusal alan ve bu kavramın getirdikleri ile gerçekleşir. Kamusal alan örnekleri olarak birincisi için siyasi partiler ve ulusal medya, ikincisi için de yerel dernekler ve yerel medyadan bahsedilebilir.
Habermas’a (2004: 95) göre özel bireylerin toplanıp kendilerini ifade ettikleri her durumda kamusal alanın bir parçası varlık kazanmış olur. Kamusal alanın izlerini eski Yunan şehir devletlerinde vatandaşların ortak sorunlar üzerinde “agorada” yaptıkları tartışmalara kadar götürmek mümkünse de Habermas bu kavramla asıl olarak İngiltere, Fransa ve Almanya’da 18. yüzyıl ve 19. yüzyılın başındaki gelişmelerle ortaya çıkan ve bu ülkelerde yeni filizlenen burjuvazinin oluşturduğu bir akıl yürütme ve ikna temelinde iletişim tarzını kastetmiştir. Tümüyle eşitlikçi olan bu tarz her türlü egemenliğe ve tahakküme karşıdır. Kahvehaneler, okuma cemiyetleri ve “salonlar” gibi fiziki mekanlarda ortaya çıkıp gazete ve dergiler aracılığıyla yaygınlaşan kavram Habermas’ın da kabul ettiği gibi gerçek hayatta tüm toplumu kapsayıcı nitelikte değildir. Örneğin, kadınlar, ücretli emekleriyle geçinmek zorunda olanlar ve köylüler bu dönemin kamusal alanları içinde bulunmazlar. Kamusal alan kavramı belirtilen dönem ve coğrafyada asıl anlamını bulmuş ve durağan da değildir. Değişen tarihi şartlarla birlikte kamusal alan kavramı da çeşitli değişimlere uğramıştır. Örneğin, yazılı basın ilk olarak ticari mal dolaşımının izinden giderek gelişmiş (Habermas, 1997: 76-77), kamusal alanın en önemli unsurlarından biri olarak uzun dönem işlev gördükten sonra günümüzdeki aşırı ticarileşmeyle birlikte bir akıl yürütme aracından çok nüfuz elde etme aracı haline gelmiştir. Diğer bir deyişle kamusallık “konuları ve katılım imkanları için boğuşulan, iktidarla donanmış bir arenaya” dönüşmüştür (ibid.: 32; Herman & Chomsky, 2002). Kamusal alanın dinamik yapısı bizzat Habermas’ın kitabının başlığından da izlenebilir.
Kamusal alan kavramının en önemli bileşenlerinden biri özgür iletişimdir. Kavramda iletişime atfedilen önemle kamusal alan iletişim disiplininde çok önemli bir yer almıştır. Her ne kadar iletişim fonksiyonu kavramın geliştirildiği 1960’larda basılı (gazete, dergi, vd.) ve elektronik (radyo, televizyon) kitle iletişim araçları tarafından yerine getirilmekteyse de günümüzde buna Internet’i de eklemek gerekir. Yukarıda bahsedildiği gibi günümüz basılı ve elektronik basınının bir güç iktidar arenası haline gelerek kamusal alanı desteklemek bir yana kamusal alan ve demokrasi için çeşitli olumsuzluklar içermesiyle oluşan hayal kırıklığı gözlerin Internet’e çevrilmesine yol açmıştır. Internet, adı geçen iletişim araçlarının sağladığı tek yönlü ve “güçlü bir kaynağa bağlı” iletişimi devrim niteliğinde değiştirerek her bireyi tüm dünyaya istediği içerikle ifade etmesini sağlamakla kalmayıp bunu mütevazı bir donanım yatırımından sonra sıfıra yakın bir maliyetle gerçekleştirir. Bu yönüyle Internet kendilerinin ifade etmek isteyen sıradan insanlar için olağanüstü büyük yatırımlar gerektiren basın “endüstrisinden” çok daha kolay ulaşılabilir niteliktedir. Bundan ötürü Internet bazı yazarlar tarafından kamusal alanın tüm işlevlerini yerine getiren ve mutlak eşitliği sağlayan bir ortam olarak coşku ile karşılanmıştır (Negroponte, 1995; Hill & Hughes, 1998). Bazı yazarlar ise aşırı ticarileşme ve büyük şirketler tarafından belirlenen medya endüstrisinin gücünün ve toplumdaki mevcut güç ilişkilerinin Internet tarafından kırılmak bir yana, Internet’in “profilleme” gibi yöntemlerle kişi mahremiyetini büyük ölçüde ortadan kaldırıp tahakkümün daha da güçlenmesine yol açacağını savunmuşlardır (Lessig, 1999).
Eleştirel felsefenin en önemli kavramlarından biri olan kamusal alan kavramının kendisi de eleştiriden muaf değildir. Yukarda da bahsedildiği gibi geçmişte ve günümüzde herhangi bir sosyal ortamda tüm bireylerin eşit haklara sahip olmaları ve düşündüklerini hiçbir kısıtlama olmadan dile getirebilmeleri ancak ideal bir ortamda mümkündür. Bu nedenle kamusal alan kavramıyla onun çıkış noktası olan tam eşitlik ve özgürlük kavramlarının birlikteliği sorunludur. Kavrama yöneltilen en önemli eleştirilerden biri eleştirel felsefenin temeli olarak nitelendirilebilecek kapsayıcılığın bu kavramda yer almayışıdır. Kavramın ortaya çıktığı ve vücut bulduğu kibar Paris “salonları” ve Londra kahvehaneleri dönemin çok küçük bir azınlığına hitap eden ortamlardır. Bu ortamlardaki insanların yarısını oluşturan kadınların da genellikle politik anlamdaki akıl yürütme faaliyetinin içinde olmadıkları farzedilir. Ayrıca kavramın temel aldığı rasyonelliğin hemen akla getirdiği soru “kimin için rasyonel” sorusudur. Toplumda pastanın bölüşülmesi sırasında bir kesim için rasyonel sayılabilecek bir durum veya karar başka bir kesim için hiç de rasyonel olmayabilir. Ayrıca ortak akıl temelindeki ikna faaliyetinin her zaman olumlu sonuca ulaşması da mümkün değildir. Taraflar çıkarları gereği veya başka nedenlerden ötürü tartışmalarda ilk aldıkları pozisyonu israrla koruyabilirler (Calhoun, 1992; Negt et al., 1993). Habermas’ın (1997: 18-25) kendisi de kamusal alan kavramındaki idealleştirmeden ötürü yapılan eleştirileri haklı bulmaktadır.
Kamusal alanın gelişmesi bir dizi tarihsel olayın sonucudur. Bunların en önemlilerinden biri 18. yüzyılda Avrupa’da feodalizmin çözülme ve erken-kapitalist değişim ekonomisinin uç verme sürecinde temsili kamunun monarkın sarayına sıkışıp istisnai bir hukuk haline gelmesi ve toplumun devletten ayrışmasıdır (Habermas, 1997: 70). Yazara göre devlet erkinin harçlar ve vergilerden öte “Cuma akşamları ekmek tüketimini yasaklamasına” kadar varan kısıtlamalarına karşı toplumun verdiği tepki bir yandan özel alanı kamu erkinden koparırken diğer yandan o zamana kadar devletin toplumu özgül anlamda kamusal bir olay haline getirmek için kullandığı basın toplum tarafından kamusal akıl yürütme faaliyeti için başarıyla kullanılmaya başlanacaktır. Tüm bunlar ise rüştünü ispatlayan toplumun Habermas tarafından “devletin karşısına dikilmesi” şeklinde tanımlanacaktır (ibid.: 88-89). Sonraki dönemlerde kamusal alanın önemli bir unsuru olarak dernekler de basın gibi devletten bağımsız bir şekilde çeşitli temalar etrafında örgütlenmelere sahne olacaktır.
Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak kamusal alan kavramının STK’lar açısından en önemli yönü devleti dışarda bırakmasıdır. Her ne kadar “kamu” deyimi birçok dilde devletle özdeşleştirilmişse de bunun nedeni devletin tüm yurttaşlarının esenliğiyle ilgilenmek zorunda olmasından dolayıdır. “Kamuoyu” ifadesi yurttaşların devletlerini eleştirme ve denetleme hak ve görevlerini ifade eder. Bunlar da kamusal alan sınırları içinde yerine getirilir (Habermas, 2004: 95). İngilizcede STK anlamına gelen “Non-Government Organizations (NGO)” deyimi devletin kamusal alan dışında kalma olgusunu açıklıkla göstermektedir. Kamu adına yapılan sayısız işlemi gerçekleştiren bir örgüt olarak devletin kamusal alandan dışlanması ilk bakışta bir çelişki olarak görülebilir. Ancak bu noktada vatandaşların kendilerini ilgilendiren konularda asıl politik araç olan devleti etkilemek amacıyla biraraya gelişlerinin de politik bir süreç olduğu ve soyut bir varlık olan devletin somut vatandaş toplulukları tarafından etkilenmesinin demokrasinin en temel unsurlarından biri olduğu hatırlanmalıdır. Ayrıca STK’ların denetleyici rolü ve günümüzün karmaşık sosyal dünyasında devletin yerine getiremediği kamusal görevleri yapma işlevi de bulunmaktadır.
Kamusal alan kavramında devletin yer almamasının en önemli nedenlerinden biri devletin toplumda yasal olarak şiddet kullanma yetkisine sahip tek örgütlenme olmasıdır. Ordu ve polis gibi kurumlar vasıtasıyla devlet sınırlarla birlikte ülke içindeki kurulu düzeni korumaya çalışır, gerekli gördüğü yer ve zamanda da ülke içinde ve dışında şiddete başvurur. Şiddet ise kamusal alan kavramı içindeki özgürlük, eşitlik ve ikna çabası gibi kavramlarla yanyana gelmesi zor olan bir kavramdır. Tam bu noktada varlık nedeni kamusal alan kavramı tarafından belirlenen STK’ların gerek herhangi bir ülke içinde, gerekse ülkeler arasında devletlerin şiddete başvurmasını gerektiren koşulların oluşmasını önleme yönündeki çabaları özel bir önem kazanmaktadır. Bu çabalar ülke içindeki sefaleti önleyerek insanların suça yönelmesini engellemek olabildiği gibi çeşitli ülkeler arasındaki anlaşmazlıkları şiddet dışındaki araçlar vasıtasıyla giderme veya vatandaşlar arasındaki başka ülke halkları hakkındaki olumsuz önyargıları yoketme yönünde çalışmalar olabilir.
Lozan Mübadilleri Vakfı ve Faaliyetleri
17 Ağustos 1999’daki Marmara depremi ve hemen arkasından gelen Yunanistan depremi her iki ülke halkının birbirlerine yardıma koşmasıyla hiç beklenmedik bir yumuşamaya sahne oldu. Depremden sonraki birkaç gün içinde felaketin büyüklüğünün anlaşılmasıyla birlikte 20 Ağustos günkü Yunan Ta Nea gazetesi “Hepimiz Türküz”, Rizospastis gazetesi de “Kardeşim Mehmet Metin Ol” başlıklarıyla çıktılar. Bunları birkaç gün sonra Hürriyet gazetesi “Efharisto Poli File (Çok Teşekkürler Dostum)” başlığıyla yanıtladı (Güvenç, 2005: 450). İzleyen günlerde gerek Türk, gerekse Yunan basınının çok büyük bir kısmı güvensizlik ve şüphe içeren önceki tavırlarının tam tersi bir tavır içine girerek komşu ülkedeki felaketzedelere yardım için halktan yardım çağrısında bulundular. Bu yumuşama ile birlikte daha önceleri sınırlı olarak mevcut olan turizm amaçlı ziyaretler yoğunluk kazandı. Bu yoğunluğun önemli bir kısmını atalarının yaşadığı toprakları görmek isteyen her iki tarafın mübadilleri oluşturdu. Karşılıklı ziyaretlerin yoğunlaşmasıyla birlikte seksen yıl öncesine kadar yüzyıllar boyunca içiçe yaşamış insanlar belli bir yemek adının hangi dilde olduğunun çekişmesi yerine yemek, dildeki kelimeler ve çeşitli toplumsal adetler gibi alanlarda ortak noktalarını görmek fırsatını buldular. Bunlardan da önemli olarak karşılıklı temas “öteki”nin korkunçluğunu yok edici olmasa bile azaltıcı bir rol oynadı. Karşılıklı temasın önemi konusunda Oxford Üniversitesinden Renee Hirschon’un gözlemlerine değinilebilir. Yunan asıllı olmayıp hayatının bir bölümünü Yunanistan’da geçiren Hirschon 1970’lerdeki akademik araştırmaları sırasında tanıştığı ve Atina’nın varoşlarında yaşayan Yunan mübadiller hakkında şunları yazmaktadır:
“İnsanlar sık sık Türk komşularıyla nasıl barış içinde yaşadıklarından söz ediyorlardı. (…)
Yaşlı insanlar, kaçmalarıyla sonuçlanan rahatsızlıklardan ve askeri çatışmadan sıradan Türklerin sorumlu olmadığından emindiler. (…) Tekrar tekrar varılan sonuç ‘birbirimizden nefret etmemize politikacılar neden oldu’ idi. (…) Bu, onların çağdaşları olan büyük kentlerdeki Yunanlıların çok daha milliyetçi görüşleriyle zıttı. Çeşitli etnik toplulukların içinde yaşama deneyimi olmayanlar, Türkler hakkında düşmanlık ifade etmeye genel olarak daha yatkındılar. Bu tür olumsuz duygular (…) kökeni ne olursa olsun daha genç kuşaktan olan Yunanlılar arasında daha yaygındı” (Hirschon, 2000: 27).
Tarafsız bir akademisyenin bu gözlemleri “öteki”ni sadece başkalarından duymuş kişilerle yaşamlarının bir dönemini “öteki” ile birlikte yaşamış insanlar arasındaki farkı göstermek anlamında önemlidir. İnsan toplulukları arasında “öteki”nin şeytanlaştırılması onu hiç tanımayan kişilerce çok daha kolay olmakta, bir dönem beraber yaşamış insanlar ise başlarına gelen felaketin büyüklüğü ne olursa olsun diğerlerinin de kendileri gibi sıradan insanlar olduğunu içselleştirmiş oldukları için daha gerçekci düşünebilmektedirler. Tam bu noktada kamusal alan kavramıyla da bir ilişki kurmak mümkündür. Her ne kadar bu özel durum Habermas’ın tanımladığı kamusal alan kavramından oldukça uzaksa da, istisnalar saklı kalmak üzere kamusal alanın en temel faraziyesi olan uzak veya yakın kişisel temasın genel olarak etnik ve dinsel düşmanlıkları azaltıcı bir etkisinin olduğu söylenebilir.
Bizzat kamusal alan kavramının ortaya çıktığı coğrafyalarda ilk halinden çok farklı bir hale dönüştüğü gözönüne alındığında bu kavram günümüz dünyasının karmaşıklığında ortaya çıkan sorunların çözümünde kullanışlı bir teorik temel sunmaktadır. Bu temel günümüz dünyasında anlaşmazlıkların şiddet yoluyla çözümlenmesinin büyük sosyal ve ekonomik maliyetiyle birlikte imkansızlığını akıl yürütme yoluyla kavramayı ve bu noktadan hareketle insanların birbirleriyle kurmaları gereken ilişkinin çatışma yerine ikna temelinde iletişim olması gerektiğini içselleştirmeyi içerir. Ancak her içiçe yaşamanın her zaman olumlu anlamda bir kamusal alan yaratma garantisi yoktur. Tam tersine günümüzde sıklıkla görüldüğü üzere yüzyıllarca birbirinin komşusu olarak yaşamış insanlar çok kısa bir zaman içinde düşman olabilmekte ve birbirlerine karşı şiddet uygulayabilmektedir.
1999 sonrasında yaşanan gelişmelere paralel olarak iki ülke halkları ve devletleri arasındaki yumuşama ortamını hedefleyen STK’lara yenileri eklenmiştir. Bu STK’ların çoğu yaşanan deneylerle halklar arasındaki temasın çelişkilerin giderilmesi için en iyi yollardan biri olduğunu anlamışlardır. Bunlardan birisi olan LMV 2001 yılında zorunlu mübadele ile Türkiye’ye gelen mübadillerin çocukları ve torunları tarafından kurulmuştur. Amacı geride kalan acı hatıraların bu coğrafyada bir daha asla yaşanmaması için Türk ve Yunan halkları arasında karşılıklı anlayış ve güven ortamının oluşmasına ve anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesine katkıda bulunmaktır. LMV bu amaçla bazıları Yunanistan kökenli mübadillerle ortaklaşa olmak üzere çeşitli etkinlikler gerçekleştirmekte, bu etkinlikler vasıtasıyla bu coğrafyada barış kültürünü içeren bir kamusal alan kurulması ve bunun genişletilmesi için çaba sarfetmektedir. Bu amaçla kendisiyle aynı duyarlılıklara sahip Yunan kökenli mübadil örgütleriyle Türk yasalarıyla çizilmiş çerçeve içinde işbirlikleri yapmaktadır.
LMV’nin kuruluş senedinde yer alan amaçları aşağıdaki başlıklarda toplanabilir (LMV, 2008):
- Mübadele ve dönemin tarihsel koşulları hakkında araştırmalar yapar, gerektiğinde bu yöndeki çabalar için üniversiteler ve diğer araştırma kuruluşları ile işbirlikleri oluşturur.
- Mübadillerin geride bıraktıkları kültür varlıklarının korunması için çaba gösterir.
- Ortak bir tarihi ve kaderi paylaşan Türk ve Yunan kökenli mübadiller arasında karşı tarafı anlama ve bir dostluk ortamı oluşturma yönünde çaba gösterir. Bu bağlamda yerel topluluklar arasında kardeş belediyeler gibi bağlar oluşturulmasına katkıda bulunur.
- İki ülke arasında ve genel olarak Doğu Akdeniz ve Balkanlarda halklar arasında dostluk bağlarının güçlenmesi için kültür, sanat, spor ve turizm etkinlikleri düzenler. Tarihteki acı hatıraların ders kitaplarında diğer etnik gruplara yönelik düşmanlığa yol açacak şekilde yorumlanmaması için çaba gösterir.
- Mübadele dönemiyle ilgili ve kültürel değeri olan fotoğraf, giysi, film, afiş, kitap gibi eşya ve belgelerin korunması, arşivlenmesi ve araştırıcıların hizmetine sunulması için çaba gösterir.
- Mübadele ile ilgili olarak barış ortamının geliştirilmesine yönelik çaba gösteren kişi ve kuruluşlara teşvik ödülleri verir.
- Mübadele ile ilgili konularda seminer, konferans ve panel gibi etkinlikler düzenler.
- Vakfın amaçları doğrultusunda kitap, broşür ve film gibi kültür varlıklarının hazırlanması için çaba gösterir.
- Mübadele ile ilgili ve barış kültürünün geliştirilmesine yönelik olarak uzmanlık komisyonları kurar. Yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ve diğer araştırmacılara mübadele ile ilgili araştırmalarında yardımcı olur, bu yöndeki ileri düzey araştırmaları teşvik eder.
LMV kurulduğu tarihten bu yana amaçlarının çoğunu başarıyla gerçekleştirmektedir. Örneğin, son zamanlarda mübadele konusunda düzenlenen iki uluslararası konferans Türk ve Yunan araştırmacıların biraraya gelerek sorunu tartışmalarına fırsat vermiştir. Bunlardan ilki Renee Hirschon öncülüğünde Lozan anlaşmasının 75. yılı olan 1998’de Oxford Üniversitesinde düzenlenmiştir. Bu konferansın bildirileri Türk dilinde de yayınlanmıştır (Hirschon, 2005). LMV’nin kurulmasından önce gerçekleştirilen bu konferans alanında bir ilki gerçekleştirerek daha sonrakilerin düzenlenmesine zemin hazırlamıştır. İkinci konferans Lozan Anlaşmasının 80. yılında LMV öncülüğünde İstanbul’da düzenlenmiş, katılımcılar “‘ötekine’ olduğu kadar ‘kendine’ de bakarak (…) karşısındakinin ne demek istediğini anlamaya çalışırken, bilimsel ölçütleri koruyarak kendisini de ifade” etmişlerdir. Bu konferansın bildirileri de Türkçeye çevrilerek kitap olarak yayınlanmıştır (Pekin, 2005). Bu konferanslarda geliştirilen ortak dil ve yaratılan kamusal alan sadece 1920’lerin mübadelesine akademik ve objektif bir yaklaşımla bakmanın ötesinde bir daha böyle trajedilerin asla yaşanmaması için yapılması gerekenlerin de tartışılmasına yol açmıştır.
LMV faaliyet amaçları doğrultusunda Yunanistan’daki STK’larla birlikte çeşitli projeler hazırlamakta ve etkinlikler düzenlemektedir. Bunlardan en sonuncusu “Azınlık Grupları Araştırma Merkezi” (KEMO) ile gerçekleştirdiği “Meriç’in İki Yakasında AB Kültür Köprüsü” isimli projedir. Bu proje kapsamında ortak olarak yapılan araştırmalar sonunda oluşturulan proje çıktıları Edirne ve Dedeağaç’da (Alexandrapolis) düzenlenen iki konferansda tartışılmış ve ilgilenenlerin kullanımına sunulmuştur. Proje kapsamında yaratılan ortak kamusal alan düşmanlık yerine dostluğu, şiddet kullanımı yerine iki halk arasında asırlarca birlikte yaşamanın getirdiği ortak noktalardan kaynaklanan barış ve güvenlik potansiyelini öne çıkarmaya yönelik olmuştur.
LMV ayrıca sürekli olarak mübadillerin eskiden yaşadığı topraklara geziler düzenlemektedir. Bu gezilere katılan birinci kuşak mübadillerin sayısı ne yazık ki ilerleyen yaşlarına bağlı olarak gitgide düşmektedir. Buna rağmen ikinci ve daha sonraki kuşak mübadiller bu gezilerde atalarının yaşadığı toprakları ve arkalarında bıraktıkları kültür miraslarını derin bir ilgiyle izlemektedirler. Bu gezilerde Yunan kökenli mübadiller Türkleri düzenledikleri gecelerde ağırlamakta, aynı durum Yunanistan’dan gelen mübadiller için de söz konusu olmaktadır. Bu ziyaretlerde tartışma ve ikna temelli bir kamusal alan yerine daha farklı bir tür kamusal alan oluşmaktadır. Bu fark da oluşan kamusal alanın sadece “ötekini” tanımaya yönelik olmasıdır. Bu özel durum Habermas’ın ideal kamusal alanından oldukça uzak olmasına rağmen insanların birbirini anlaması yönünde önemli bir işlevi yerine getirmektedir.
Sonuç
Çağımız etnik ve dinsel ayrımcılıkla beraber bunlardan kaynaklanan nefretin gitgide artarak istisna olmaktan ziyade kural haline gelmeye başladığı bir çağdır. Günümüzde ve geçmişte çeşitli nedenlerle var olmuş anlaşmazlıklar çoğunlukla bir türlü çözülememekte, bunlara süreç içinde yeni anlaşmazlıklar ve potansiyel çatışma alanları eklenmektedir. Bu çatışma alanları gitgide artan ekonomik ve sosyal sıkıntılar içinde bunalan insanlar için öfkelerini boşaltabilecekleri “ötekilerin” oluşması için ideal ortamlar yaratmaktadır. Bazen bu öfke patlamaları yaklaşık 800.000 kişinin öldüğü 1994 Ruanda katliamı ve 200.000 kişinin öldüğü Bosna savaşı gibi trajedilere yol açmakta, “Irak’a demokrasi getiren” işgalin ve bu işgalle beslenen mezhep ve etnik kaynaklı çatışmaların yol açtığı insan kaybını hiç kimse bilmemektedir. Günümüzde yaşanan tüm bu trajedilerin daha ürkütücü olan yanı birbirini boğazlayan bu insanların çok kısa zaman öncesine kadar yüzyıllarca aynı topraklarda yaşamış ve birbirinin komşusu olan insanlar olmasıdır. Bu noktada kamusal alan kavramının olumlu ya da olumsuz anlamda “dönüşmesi” olgusu karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda Yunanistan’a giden mübadillerin örneğinde anlatıldığı gibi kamusal alan bazen düşmanlıkları azaltıcı bir etki yaratmakta, bazen de Internet gibi araçlarla etnik veya dinsel nefretin körüklendiği bir platforma dönüşmektedir (Schmidtke, 1998: 74-76).
Çelişkilerin gitgide daha fazla yoğunlukla çatışmalara dönüştüğü günümüzde etnik ve dinsel anlaşmazlıklar başta olmak üzere tüm anlaşmazlıkların şiddet yerine ortak akıl yürütmenin ve ikna temelinde iletişimin esas olduğu kamusal alanların yaratılması gerekmektedir. Bu nitelikteki kamusal alanların yaratılması için iradi müdahalelere ihtiyaç vardır. Bireylerin biraraya gelerek oluşturduğu STK’lar insanların ve toplulukların en karanlık yanlarına karşı toplum vicdanını en iyi şekilde temsil edebilme potansiyelleriyle yurtta ve dünyada barışın idamesi için ideal bir örgütlenme tarzı sunmaktadır.
Kaynakça
Aktar, Ayhan (2005a). “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesinin İlk Yılı: Eylül 1922-Ekim 1923”. Müfide Pekin (Der.) Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, s.41-74, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Aktar, Ayhan (2005b). “Nüfusun Homejenleştirilmesi ve Ekonominin Türkleştirilmesi Sürecinde Bir Aşama: Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, 1923-1924”. Renee Hirschon (Der.) Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, s.111-160, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Arı, Kemal (1995). Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç 1923-1925, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Barutciski, Michael (2005). “Lozan’a Yeniden Bir Bakış: Uluslararası Hukuk ve Siyasette Nüfus Mübadelesi”. Renee Hirschon (Der.) Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, s.31-51, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Calhoun, Craig (ed.) (1992). Habermas and the Public Sphere, MIT Press, Cambridge, MA.
Güvenç, Sefer (2005). “80. Yılında Mübadele ve Güncel Sorunlar”. Müfide Pekin (Der.) Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, s.447-452, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (1997). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul.
Habermas, Jürgen (2004). “Kamusal Alan”. Meral Özbek (Der.) Kamusal Alan, s. 95-102, Hil Yayınları, İstanbul.
Hill Kevin and Hughes John (1998). Cyberpolitics: Citizen Activism in the Age of the Internet, Rowman & Littlefield, Lanham, MD.
Herman, Edward S. and Chomsky, Noam (2002). “Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media”,Pantheon, New York.
Hirschon, Renee (2000). Mübadele Çocukları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Hirschon, Renee (Der.) (2005). Ege’yi Geçerken: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul.
Lessig Lawrence (1999). Code and Other Laws of Cyberspace. Basic Books, New York.
LMV (2008) http://www.lozanmubadilleri.org.tr Erişim Tarihi: 9 Eylül 2008.
Negroponte, Nicholas (1995). Being Digital, Knopf, New York.
Negt, Oskar; Kluge, Alexander; Labanyi, Peter; and Daniel, Owen (1993). Public Sphere and Experience: Toward an Analysis of the Bourgeois and Proletarian Public Sphere, University of Minnesota Press, Minneapolis.
Pekin, Müfide (Der.) (2005). Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul.
Şimşir, Bilal (1990). Lozan Telgrafları I: 1922-1923, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Schmidtke, Oliver (1998). “Berlin in the Net”. Roza Tsagarousianou, Damian Tambini and Cathy Bryan (Eds.)
Cyberdemocracy: Technology, Cities and Civic Networks, p. 60-83, Routledge, London.
Tsitselikis, Konstantinos (2005). “1923’den Önce Yunanistan’da Müslüman Cemaatler”. Müfide Pekin (Der.) Yeniden Kurulan Yaşamlar: 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, s. 341-355, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Yıldırım, Onur (2006). Türk-Yunan Mübadelesinin Öteki Yüzü: Diplomasi ve Göç, Bilgi Ünivesitesi Yayınları, İstanbul.