Lozan Mübadilleri Vakfı, 2000 yılından bu yana her yıl bahar aylarında aile büyüklerimizin doğdukları topraklara ziyaretler organize etmektedir. “Mübadil Buluşmaları” olarak adlandırdığımız bu ziyaretlerimize katılan dostlarımızdan izlenimlerini yazarak bu buluşmalara katılamayan mübadiller ve mübadil dostları ile paylaşmalarını rica ediyoruz.
Buluşmalara katılan duyarlı dostlarımızın yazıya döktükleri izlenimlerini vakfımızın web sitesinde(www.lozanmubadilleri.org.tr) yayınlıyoruz.
Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen mübadillerin yaşadıkları sürece ilişkin anılarını yazmadıklarından hep şikayetçiolmuşuzdur. Yakın zamana kadar mübadele üzerine pek yazılı kaynak bulunmadığından yakınmışızdır.
Gururla ifade etmek gerekir ki, son zamanlarda mübadil çocukları ve torunlarının mübadele tarihine ve kültürüne gösterdikleri ilgi giderek artıyor.
13-17 Ekim 2010 tarihleri arasında Sarışaban, Kavala, Kayalar, Işıklar ve Kesriye’ye yapmış olduğumuz ziyarete katılan dostlarımızın hemen hemen tümü izlenimlerini yazıya dökerek bir ilke imza attılar. Bunu; “Kırmızı atın peşinden” ata topraklarını keşfe giden Cem Açıkbaş’ın öncülüğüne ve organizasyonuna borçluyuz.
Başta Cem Açıkbaş olmak üzere “Kesriye Buluşması” izlenimlerini yazarak bizlerle paylaşan tüm dostlara teşekkür ederiz.
Saygı ve sevgilerimle.
Sefer Güvenç
Lozan Mübadilleri Vakfı
Genel Sekreteri
‘ Söz uçar, yazı kalır ‘
Biliyorum, her sanat,bilim ve felsefe için yetenek çok önemlidir de, anlatı bilgi, belge ve araştırmalara dayanmazsa yüzeysel olur, kalıcı olmaz bence; okur, duygulanır, keyiflenirsiniz ve bırakıp bir başka ilgiye yönelirsiniz. Bir çok ölen yolcunun denizlere atıldığı uzun Gülcemal seferlerinin romanını yazabilirsiniz ama ismiyle, cismiyle bir yolcunun teybe alınmış hikayesini belgelendirmek her yazara nasip olmaz; kucağında taşıdığı bebeğinin (gemilerde ölen başka mübadele kurbanları gibi) öldüğünü bilse de içine kabul ettirememiş annenin, mecbur olunca onu yalnız göndermeye kıyamayıp kendini de sarmaş dolaş EGE sularına bıraktığını, gözüyle gören yol arkadaşının sesinden dinler ve onu belgelerseniz işte o eser kalıcı olur. Sadece okura değil, bilim dünyasına kalıcı olur ve gelecek üst üste bu eserlerde birikerek insan düşüncesini yüceltir.
Tabii bu çalışmalar bir kaç dil bilmeyi ve çok ama çok çalışmayı ve de fedakarlığı, insana değer vermeyi ve sevmeyi de gerektirir.
Bir kırmızı at, bende de, Kemal ve Cem beylerin ve değerli aile büyüklerinden kalma canlı bir anı gibi. Bütün dostlar aynı karede sanırım, Süreyya Hanımın köyü, İnci köyün muhtarıyla, İnci babasının 10 yaşına kadar üzerinde koşup durduğu kale bedenlerini okşarken, Sevgili Çiğdem Ünal karşı yakanın mübadilleriyle.
Sevgili yeni dostlar, hısımlar, akrabalar, ben ve eşim, bu kadar kısa zamanda bu kadar duygu yüklü, hüzünlü ama çok da keyifli geçen bu seyahati, sizlerle birlikte yapabilmiş olmaktan büyük mutluluk duyduk. Sizlere ve tüm yol arkadaşlarımıza sevgi ve saygılarla teşekkür ediyoruz… Herkes için sağlık ve mutluluklarla dolu böyle nice seyahatler diliyoruz.
Bizleri, en zorlu yollardan sağ salim götürüp getiren, her şeyimize yardımcı olan teknik ekibimiz, Tahir ve Onur beyler, kitabını aldığım ama henüz okuyamadığım tercüman ve rehberimiz Lütfü bey ve seyahat şefimiz Sefer beye, içten teşekkürler, sevgi ve saygılarımızla. Sağlıklı ve mutlu nice yollar ve başarılar.
Sevgi, saygı ve selamlarımızla aziz dostlarımız… İnci – Kemal GÖRKEY. o:p>
CEM AÇIKBAŞ
Mübadele ile gelen yakınlarım: Dedem Cemal Sergin, Anneannem Ayşe Sergin (Benice)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye, Zabordeni (Melanthio) köyü.
Yakınlarının iskan edildiği yer: Nevşehir Ürgüp ve sonrasında Yalova ve Ankara
Şu anda ikamet ettiğim yer: Antalya
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Ben sanıyordum ki orada, Zabordeni’de beni 14 yaşındaki dedem, 2 yaşındaki anneannem ve onların anne babaları yerel kıyafetleriyle karşılayacaktı. Ben orada, köyde kalacaktım, akşam yemeğinde kokoşka, domatesli börek yiyecektik. Geceeşkiyalar köyü basarsa dedem beni koruyup saklayacaktı. Ben sanıyordum ki, orada 2 katlı taş veya kerpiç ev, avlusunda harman, köylüler tarlalarda çalışıyor, kırmız atlar çitlerin arkasında oynuyorlar. Bunlar olmadı. Ben oraları dedemin bana 40 sene önce anlattığı ve ondan da 50 sene öncesine ait hikayelerdeki yer sanmıştım.
Dedem oradan 14 yaşında ayrılmış, yani bana çocukluk özlemlerini anlatmış, bende onu çocuk yaşımda dinlemişim. Dedem ve ben bu gezide çocukluğumuza yolculuk yapmışız. Atmışım sırtıma dedemin ve benim çocukluk hikayelerimi oraya, ait olduğu yere götürmüşüm. İyi de yapmışız. Evler yoktu yerinde. Köylü halk, akrabalarım yoktu orada ama havası mis gibiydi. Ne güzel yermiş, dağ başında, çeşmelerinden serin su akan ormanlık bir yermiş.
Geriye dönük baktığımda Zabordeni’yle ilgili pek bir şey hatırlamıyorum. Çünkü koşuşturmakla ve heyecan içinde geçti. Sonra video da seyredince orasını görmüş oldum. Zaten 86 yıllık bir heyecanı ve özlemi taşıyordum beraberimde. Bir panikte vardı, acaba evleri hiç olmazsa yerlerini bulabilir miyim diye. Buldum da. Anneannemin evinin yerini buldum, eski evleri 2. dünya savaşı sırasında yıkılmış. Burada, yan yana duran Mehmet, Salih ve Osman kardeşlerin bitişik evlerinin yerinde ayrı ayrıyeniden aynı temeller üzerine inşa edilmiş 3 ev vardı. Naime teyzenin babası Salih’in ektiği ceviz ağaçları ise yan tarafta, biraz aşağıda duruyordu. “Salih ekmiş bunları” dedi bana orda yaşayan kişi. Anneannemin evinde şimdi oturan bir bayan geldi. “İstersen Lazca veya Almanca konuşurum ama Türkçe bilmiyorum” dedi. Ben o kadınla fazla ilgilenmedim. Herhalde sinirlendim o kadına, sen şimdi benim anneannemin evinin yerine başka yapılan bir evde oturuyorsun diye. Nerde o ev, niye yok, ne yaptınız diye belki içimden düşündüm ve yaklaşamadım o kadına bir türlü. Dedemin evini bulacak mıydım, esas onun da evini çok merak ediyordum, çünkü bana anlatılan hikayeler o evle ilgiliydi. Başka bir yerde, Naime teyzenin tarifine uygun bir bölgede dedemin evi olduğunu tahmin ettiğimiz veya inanmak için kendimizi zorlayıp öyle kabul ettiğimiz eski, dökülmek üzere bir ev bulduk. Kapısından içeri baktım, parmaklarım kapıdaki, penceredeki demirlere değdi. O an; saat, tarih, an ne varsa durdu. Dedemin hikayeleri gözümün önünde canlandı, ev yaşayan bir ev haline geldi.
Sonrasında, anneannemin yemenisini ve dedemin kravatını bu evin bahçesinde toprağa gömdüm. Ellerim titredi, önce gömemedim, sık sık anneannemin yemenisini kokladım, sanki kokusu hala üstündeydi. Çukuru derin kazmaya çalıştım, kimse emaneti dışarı çıkarmasın diye. Çukur bana derin geldi, ellerim yine titredi, önce çukura koyamadım, ayrılamadım yemeni ve kravattan. Sonrasında koyabildim, her zamanki gibi ağlaya zırlaya. Sonrasında örttüm toprağı. Artık anneannem ve dedem orada yaşayacaklar. Çukuru hep derin kazmak istedim, kazdıkça da derinleşti, sanki sonsuz derinlikte bir çukurdu orası, o çukurun dibi 86 sene öncesine dayanıyordu.
Daha çok kalmak istedim orda, hatta Jernevi’den taksi kiralayıp gitmek istedim geri, ama olmadı.
Otobüsle hareket öncesi miydi tam hatırlamıyorum mübadillerden birisi bana bir avuç dolusu ceviz getirdi, al bunlar dedenin cevizleri sakla dedi. O kişiyi şimdi tam hatırlayamıyorum ama teşekkür borçluyum.
Dedemin değirmenini sordum, 3 değirmen var ama yıkıldı ve yerleri uzak dediler. Vakit kısıtlıydı, ah o vakit, gidemedik. Kırmızı at göremedik ama ben atı da hatırlayamadım sormayı. O telaş aldı her şeyi götürdü.
Kafam bulutlu Jerveni’ye geldik. İnci hanım sormuştu yanılmıyorsam, “kırmızı at n’oldu?” diye. Yoktu ki dedim. İyi ki sormuş, aklıma geldi, sonra orada Karadeniz’den göç eden birisine sordum, at var mı burada diye. Adam bana: “at mı arıyorsun sen” dedi. Evet dedim. “Ne yapacaksın atı?” dedi. Göreceğim dedim. “Gel o zaman öyleyse” dedi, beni kolumdan çekti, o kahvenin altına doğru götürdü, ve “al sana at” dedi. Vay ya ne andı, böyle şey yaşamadım ömrümde. Bir at ki gerçekten dedemin anlattığı kırmızı at. Nasılda parladı gözümde. İçim titredi. Yanına gittim hemen. At beni gördü, görünce tiz bir sesle kişnedi ve yanıma geldi. Ben ona dokundum yelelerini okşadım. At sanki beni tanıdı da yanıma geldi. Hiç yabancılık çekmedi. Sonra başkalarıyla gittik oraya ve huylandı. Ama benim yanıma hemen geldi. Ben anlamadım bu işi. Sanki beni senelerdir tanıyor gibiydi ve ben de onu. Ona Cemal dededen selam getirdiğimi söyledim, tekrar sevdim. Çocukken dedem anlatırdı, Kırmızı at diye, kendimizi bilince de yahu dede kırmızı at nasıl olur, kahverengi olmaz mı diye sorardım hep, dedem de bana bir cevap verirdi; ama şimdi aklımda değil. Birde derdi ki: “beyaz atlar da var ama ah kırmızı at ah” derdi. Dedemin anlattığı at hakikatten de bizim veya benim hiç görmediğim şekilde kırmızıya çalan böyle kahverengi, kiremit kırmızısı arasında bir renkmiş, demek ki kırmızı at buymuş. Ve bir tane, maalesef bir tane kalmış. İçimden söylendim, dedem gitti, anneannem gitti, kırmızı attan da bir tane kalmış, eşi yok, üreyemeyecek ve o da gidecek diye. Üzüldüm ama bir taraftan da kendimi çok şanslı hissettim, çünkü 1 at kalmış ve oda beyaz değil, kırmızı at. Beni ata götüren kişiye sordum, siz bu ata ne dersiniz diye, oda ‘kırmızı at’ deriz dedi. Atımı bulmuştum.
Zabordeni -Jerveni arasında bir köyde Anneanneme çok benzeyen, hem yüz olarak hem de mimik ve vücud dili olarak çok benzeyen 81-82 yaşındaki Despina ile karşılaştık. Sokakta yürürken Ayşegül seslendi: “ Cem gel bak, burada kimi bulduk” diye. Ben hatırlamıyorum ki hiçbir şeyi, videoyu seyredince fark ediyorum, gitmişim yanlarına ‘kim bu teyze demişim ‘ , bana demişler ki ‘anneanne’. Biraz durdum öyle, seyrettim. Evet, evet aynı anneannem, sonra sarıldık, kokladık, elini öptük. Ve ağladık tabii ki. Elini öpünce çok sevindi. Ayşegül’den ona bir hatıra bırakmasını istedi, Ayşegül’de çıkardı kolyesini verdi. ‘ Bak ne kodu boynumaaa ‘ dedi. Ah çok sevindi çook Despina teyze. Ben dedi: “sizi gördüm ya 10 sene daha yaşarım, ama dilerim ki siz benden fazla yaşayasınız.” Despina teyzenin ayakları zor taşıyordu vücudunu, zor yürüyordu. Ayrıldık ondan, ama ne o bizden ayrılmak istedi, ne de biz ondan. Arkamızdan geldi, sokağın karşı tarafına zor geçti. Biz otobüse bindik, hareket ettik, hep el salladı arkamızdan. Videoyla son anına, gözden kaybolana kadar kaydetmeye çalıştım. Bir daha gitsem, o teyzeyi sorsam bulabilir miyim bilmiyorum. Aklım orada kaldı. Ne kadar çok benziyordu anneanneme. Eve gelince videoyu seyredince bir şeyi fark ettim. Despina, Ayşegül’ü severken ‘ o o o kuklemuuu ‘ diye seviyor ve sarılıyordu. Eşim Antalya’lı, has insanlardan, Anadolu’nun gerçek sahibi Yörüklerden. Ama o da oğlumu arada ‘ kuklemuu ‘ diye sever. Nedir bu benzerlik anlayamadım. Eşime sordum, niye soruyorsun bunun altında bir şey var dedi. Evet dedim, nedir bu benzerlik. Cevap veremedi. Cevap veremeyeceğimiz bir çok şey gibi. ( İnternete baktığımda kukle mu veya kukla mu’nun benim şirin oyuncağım veya benim şirin kızım/oğlum demek olduğunu öğrendim )
Antalya’da eve geldiğimde valizimi açtım, 3 tane elma çıktı içinden, bize Kesriye’de verilen elmalardan. Ben 2 tane var diye hatırlıyordum ama 3 elma çıktı. Yani bize gökten 3 elma düştü, biri bana, biri oğluma ve biriside eşime ki, bu masal da böyle bit…-mesin, devam etsin diye.
Masal devam edecekti, etmeliydi. Antalya’ya geldiğimde gece geç vakit oğlum uyuyordu. Ertesi gün ‘ sana bir hediye getirdim ‘ dedim. ‘ Ne getirdin ‘ dedi, ‘ at getirdim ‘ dedim ve sordum ama hangi at bil bakalım diye. Oğlum da bana ‘ kırmızı at ’ dedi.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
“ HOŞGELDİNİZ BREE BEYEFENDİLERRRRR “ diye birisi bağırdı ve ayağa kalktı heyecanla Işıklar köyünde. Hemen yanımıza geldi. Türkçe konuşmaya başladı . Bu kişi bize unutulmaz anlar yaşatan Arslan imiş, sonradan adını öğrendiğimize göre. Uzun zamandır, bir topluluğa ‘beyefendiler’ diye hitap eden birisini görmemiş, duymamıştım. Tam geldiği zamanki, Türkiye’deki konuşma üslubuyla bize seslendi Arslan. Hiç unutamam, ve hep anlatıyorum buradakilere.
Zabordini’de köyümüzde anneannemin şimdiki yerinde oturan bayanın ben Lazca bilirim demesini çok enterasan bulmuştum.
Ayrıca çok ilgili çeken şey, orada Türkçe konuşan kişiler, Anadolu’dan geldikleri yerin şivesiyle konuşuyorlardı. BanaJerveni’de kırmız atı gösteren kişi, erik’e, örük diyordu, açık yerine, açuk diyordu. Aynı baba tarafımın Kastamonu şivesi idi ve zaten o taraflardan gelmişti.
Zabordeni de lahanaya kelem diyorlarmış, Sevinç hanım Tokatlı ve onun dikkatini çekmiş. Zabordeni’ye gelenler de Tokat göçmenleri!
Gezimizde ilk ayak bastığımız köye doğru otobüsle giderken zaten mahvolmuştum ben. Sanki camdan baktığımda, etrafımda buraya akın eden, eski Türk akıncılarını görüyordum dağlarda, ovalarda. Acaba nereden gelmişler, nerede konaklamışlar, nerede çadırlarını kurmuşlar, merak ettim hep. Köyden otobüsle dönerken de, köyden yürüyerek, atlarıyla, kağnılarıyla göç eden birçok insan vardı sanki etrafımda. Acaba dedim onlar da bu otobüs yolundan mı indiler, aynı yerden bizde mi geçiyoruz.
Neden bu köyü seçmişler yaşamak için, böyle bir dağ köyünü, neden ? Zabordeni’yi görünce de aynı şeyi düşündüm. Neden ?Ve bizlerin otobüsle, konforla geldiğimiz bu yerlerden onlar hangi zorluklarla göç etmişlerdi?
Bu gezide unutmaya yüz tuttuğunu fark ettiğimiz eski anılar canlandı, tazelendi. Jerveni’deki kırmızı atım bana öyle bir gösteri yaptı ki hiç unutamam. Çekimler sırasında, başını aşağı yukarı, yelelerini sağa sola salladı ve kişnedi. Aha işte dedim, dedemin kırmızı atı anlatırken, onu taklit ettiği hareket buydu. Birden hafızam parladı, şimşekler çaktı. O kırmızı at beni mest etti, her türlü hünerini sergiledi kısacık zamanımızda. Otobüsle geri dönerken hep o ata baktım, gözden kaybolmadan hemen önce de aynı baş sallama hareketini yaptı, sanki beni tekrar selamladı ve gözden kayboldu. Daha doğrusu ikimiz birden gözden kaybolduk, o da beni izliyordu eminim.
O Işıklar köyündeki muhteşem karşılama, misafirperverlik sırasında bizi götürdükleri restoranda ‘ oğlan oğlan kalk gidelim ‘ türküsü çalmaya başladı. Başımız öne eğik, ağzımız açık, lokmalar elimizdeki çatalda, elimiz havada asılı kaldık. Ben dayıma, dayım bana baktı. Evet, dedemin söylediği şarkıydı bu. Unutmaya yüz tutmuşuz. Ve şimdi hatırlar olduk.
Dönüş yolunda kurabiye aldık. Her gittiğim yerde Türkçe konuşuyordum, orada da veznedeki bayana Türkçe, altı kurabiye aldım kaç lira diye sordum, anlamadı beni ama hemen sol yanımda duran bir adam ‘ gözlerini ‘ açarak ‘ Altii !! ‘ dedi. Çok sevinçliydi Türkçe bir şeyler duyduğu için ve alti diye hayretle konuştu. Sonra başladı çat pat Türkçe konuşmaya, ben dedi ‘ sizleri görünce karnım oynuyor, kıpırdıyor ‘ ve elleriyle anlatmaya çalıştı hislerini. Böyle dedi karnımın içinden bişiler dışarı çıkıyor zannediyorum sevinçten dedi. Sonra sarıldık, öpüştük. Bir müddet sonra marketin dışında kahvemi içerken masasın üstüne birisi 2 tane Nar koydu. Bir baktım o adam, ‘ al bunları memlekete götür ‘dedi. Her gittiğimiz yerde bizlere mutlaka bir şeyler verdiler, kimisi ceviz, kimisi çiçek, kimisi nar ve kimisi elma. İstediler ki bir anı gitsin Türkiye’ye. Sanırım bize demek istediler ki ‘ biz gidemiyoruz memlekete, bu verdiklerimiz gitsin, biz gitmiş gibi olalım ‘. Zabordeni’de dedemin evinin karşısında oturan bayan da, bize bahçesinden bir çiçek verme telaşı ve yarışı içindeydi. Alın, alın, bunu da, bunu da alın, götürün diye çiçekten çiçeğe koşuşturdu bir heyecanla.
Anlatılır gibi değil. Neler oldu neler.
Bir adam vardı sanırsınız ki Karslı, Erzurumlu. Meğersem Kafkaslardan sadece 4 sene önce göç etmiş. Türkçe konuşuyordu. Bir adam vardı babasına , “Babaaa “diye sesleniyordu.
Babalar, analar, dedeler, anneanneler, babaanneler bir halay çekip gelmişiz demek ki ata topraklarımızda.
Hep aynı hikayeler vardı burada ve orda. Jerveniye Rumlar ilk yerleştiklerinde, hükümetleri demiş ki, burada Slavika(Makedonca) konuşmak yok, ya Turkişça konuşursunuz, ya da Yunanca . Demişler ki biz Turkişça konuşuruz. Bırakmamışlar dillerini.
Bizimkiler Ürgüp’e yerleştikten sonra Yalova’ya göç etmişler. Orada, biliyor ve hatırlıyorum ceviz ağaçlarımız vardı. İlk ata toprağına ayak bastığım andan itibaren her gittiğim yerde cevizi görünce dayıma dedim ki, bak bizimkiler Anadolu’ya gelince ceviz’in peşinden gitmişler, aynı Lütfi beyin atalarının kırmızı elmanın peşinden gitmesi gibi.
Atalarımız, ceviz, kırmızı elma peşinde, biz ise atalarımızın izleri, anıları peşinde koşmuşuz demek ki 86 yıl arayla. Allaha çok şükür ki, bu gezi sayesinde bizim de evlatlarımıza anlatacağımız, miras bırakacağımız hikayelerimiz oldu. Dilerim ki onlarda bir ceviz, elma ve anı peşinde özlemle koşarlar.
Ve şimdi diyorum ki ;
OĞLAN OĞLAN KALK GİDELİM
CİGARAYI FENERİ YAK GİDELİM
Tüm dedelerimizin, anneannelerimizin, babaannelerimizin ruhu şad olsun.
Önerilerim:
Lozan mübadilleri vakfı 2001 yılında kurulmuş ve ben bu geziye 2010 yılında katılmışım. 9 sene geçmiş. Önceden haberim olsaydı, keşke olsaydı, ya anneanneyi götürürdük ya da hiç olmazsa o resimleri anneanneye gösterirdik. İsterim ki LMV daha çok duyurulsun insanlara. Belki bu anılarımı gazeteye yazacağım. İstiyorum duyulsun, insanlar haberdar olsun Lozan Mübadilleri Vakfından. Ve insanlar bulabilirlerse şu sıralar 100 yaşlarında olan, atalarımızı bulsun, hikayelerimizi derlesin.
Bir çok film seyrettik sinemalarda eski dönemle ilgili. Ben de istiyorum mübadillerle ilgili iyi bir film yapılsın, arşivlere geçsin. Sevinç hanım ve Rıza beyle de konuştuk. Hepimiz katkıda bulunabiliriz maddi, manevi. Keşke yapılsa.
İBRAHİM ZEKİ ŞEN
Mübadele ile gelen yakınlarım: Dedem Hasan Bayramaki
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1898 yılında Girit’ten kaçarak gelmiş. Kandiye ve Hanya
Yakınlarının iskan edildiği yer: Tarsus, İhsaniye (Melemez) köyü. Şimdi Mersin, Akdeniz İlçesi Bağcılar/İhsaniye Mahallesi
Şu anda ikamet ettiğim yer:İstanbul
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Üçüncü kuşak Girit göçmeni olarak sizlerin atalarınızın doğduğu ve büyüdüğü toprakları görmeniz ne güzel, ne kadar duygu yüklü olduğunu, sizlerle yaşadım ve paylaştım. İnanır mısınız sizleri kıskandım. Ben, sadece geldiğimiz şehri biliyorum. Köyümüz hakkında hiçbir bilgiye sahip olamadık.1897 de Girit’in Yunanistan’a ilhak kararından sonra canlarını mallarını verevere kaçabilenler 1898 de Mersine kadar gelebilmişler.
Uzun yıllar, 60 yıl kadar “Gavur” olarak damgalandık. Bu duygularla büyüdük, okuduk ve bu topraklardaki insanlara faydalı olmak için çalıştık ve hala çalışıyoruz.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
1-Akrabalarından biri Yunanistan diğeri Türkiye’de kalan Bayan Eleni ve eşine getirdiğimiz mektubun acılarla dolu olduğunu ve Türkiye’deki dayısı veya amcasının (kesin öğreneceğim) ölüm haberini verince akan gözyaşları, hala gözümün önünde sel gibi akıp gidiyor sanki….O gece bizim için getirdiği elmaları daha sonra yerken aynı acıyı hissediyordum.
2-Birçok yerde Türkçe konuşan insanları ve heyecanlarını gördükçe ,”Biz hepimiz kardeşiz, bizi ayıranların, devletleri yönetenlerin olduğunu biliyoruz” demeleri ve dile getirmeleri de bizi üzdü. Hatta bir tanesi “-Ben ATATÜRK’ü sevmiyorum” dedi. Niçin diye sorduğumuzda “-Sizi kurtardı ama bizleri de doğduğumuz topraklardan kovdu” şeklinde
verdiği cevap karşısında, aynı acıları paylaşan biri olarak ben de Venizelos’u sevmiyorum.
Sebep olan (özellikle yabancı ülkelerden bahsediyorum) kim varsa sevmiyorum.
3- Köyünü, evini arayan insanların o heyecanı, arayışları, bir avuç toprağı alırken ki heyecanı hala gözümün önünde. Özellikle Cem Bey, belli etmemeye çalışıyor ama o çeşme bu çeşme, okul, cami derken işte burası olacak derken yüzündeki ifade bana çok dokundu. İnsanın sarılıp teselli edesi geliyordu. Sonunda rahatlaması ve mutluluğu her şeye değdi değil mi?
4- Evropos (Işıklar) köyünde bize gösterilen ilgi ve ikramları da unutulacak gibi değil. O insanların ilgisinin daha kaç yıl sürebileceği konusunda derin düşüncelere dalıp gidiyorum.
Önerilerim:
Bu gibi etkinliklere her zaman katılmak isterim.
Aynı gurubun tekrar bir araya gelmesini isterdim. İstanbul veya başka bir yerde.
LMV kanalıyla ziyaret edilen köylerden seçilecek ailelerin Türkiye’ye davet edilerek misafir edilebilmesi mümkün mü?
SERPİL ŞEN
Göç Hikayemiz
Ben de dedemin Makedonya’dan Anavatana göçünü dilimin döndüğünce, babaannemden duyduklarımla anlatmaya çalışacağım.
Dedem, İstanbul’da medreseyi bitirince evine; Gevgeli’deki ( şimdi Makedonya Yunanistan sınırında) çiftliğine, annesine bir kahve değirmeni hediye alarak dönmüş. Şimdi bu kahve değirmeni bendedir. Dedemler bu çiftlikte, 8 kardeş olarak yaşarlarmış. Burada 2 erkek,1 kız evladı olmuş. Dedem evlenerek Saraybosna’ya yerleşmiş. Son zamanlardaki Müslümanlara karşı artan baskılara dayanamayarak Anavatana dönmeye karar vermiş. Kısa bir zaman önce kızına aldığı dikiş makinesini yanlarında ağırlık etmemesi için aldığı yere iade etmek istemiş. Ama aldığı yerden cevap şu olmuş:” Hocam emir var, Müslümanlardan geriye hiçbir şey alınmayacak”. Neyse yola çıkılmış. Yollar anavatana dönenlerle doluymuş. Hatta bir su başında bırakılmış 2 yaşında bir kız çocuğunu da yanlarına alarak Tekirdağ’ın Malkara ilçesine gelmişler. Dedem burada Rüştiye baş öğretmeni olarak göreve başlamış.
O yıllarda savaşlar devam ediyormuş. Bir gün sofrada dedemin 2 yetişkin oğlu “Baba bu memleketin hali ne olacak” demişler. Dedemin cevabı ise: “Bana mı soruyorsunuz? Onu siz bileceksiniz“demiş. 2 oğlu yemeklerini bırakarak doğru askerlik şubesine gitmişler. Askerlik şubesi başkanı dedemi arayarak; ”Hocam bir evden 2 erkek çocuğu askere alınmıyor.” demiş. Dedem de ;” Ben karışmam kendi bilecekleri bir şey “ demiş.
Böylece 2 oğlu da askere gitmişler. Birisi İstanbul kartal’da karakol subayı olarak eşkıya takibine çıkmış. Eşkıya çok azılıymış. Yardımcı kuvvet istemiş. Ama kuvvetlerin gelmesini beklemeden saldırmış. O çatışmada şehit olmuş. İkinci oğlu da Sarıkamış harekatında donarak ölmüş. Bunun üzerine anneleri hayata küsmüş. Yemeden içmeden kesilmiş. Kısa zamanda o da ölmüş.
Dedem, 15-16 yaşlarındaki kızı ve yoldan aldıkları küçük kızla kalmışlar. Bu arada diğer 7 kardeşi de ( belki memlekette kalanlar olabilir) İzmir ve civarına yerleşmiş. Onlardan da bir daha haber alınamamış.
Diğer taraftan babaannem de Malkara’da, kocası 52 günlük lohusayken bilinçsiz olarak alınan ilaçtan zehirlenerek ölmüş. Kader bu iki insanı bir araya getirmiş ve evlenmiş. Dedem kızını 1916 yılında bir öğretmenle evlendirmiş. Giderken yolda buldukları kız çocuğunu da yanlarına vermiş.
Daha sonra babam ikiz olarak dünyaya gelmiş. Bu sırada Trakya da işgal altında. Dedem de bu acılara dayanamayarak yatağa düşmüş. Geceleri karartma yapılıyormuş. Çok vatansever olan dedem Vatanın kurtuluşuyla ilgili şiirler ve yazılar yazarmış. Son zamanlarında memleketin kurtuluşu için şöyle dua edermiş; “Allahım, ülkemin kurtuluşunu göster, ya 3 gün ya da 3 ay sonra canımı al “.
Malkara 14 Kasım 1922 yılında kurtulmuş. Dedem de bu tarihten itibaren tam 3 ay yaşamış. Ama zor günler bitmemiş. Dedemin ölümüyle birlikte ninem de 1 kız, 5 yaşındaki babamla dul kalmış. Babamın ikizi 2 yaşındayken ölmüş. Babaannem bir daha evlenmemiş. Erkek kardeşinin yanında çocuklarını büyütmüş. Çeşitli zorluklar sonunda babam Malkara’da annemle evlenip 1946’da ben dünyaya gelmişim. Babam Malkara İskan şefliğinden emekli olduktan sonra 1994’te, annem de 1992 yılında öldüler. Ailemin hayat hikayesi, genel hatlarıyla bildiğim kadarıyla böyle…
Saygılarımla…
BİR MUBADİL BULUŞMASININ ARDINDAN…( ZEKİ ŞEN)
13-17 EKİM 2010 tarihleri arasında Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından düzenlenen mübadil buluşmalarından birisi dahagerçekleşti.Yağmurlu bir gecede değişik yerlerden gelerek ayni otobüste buluşan ve birbirini ilk defa gören kırka yakın insan, aynı heyecanı aynı kaderi paylaşmak istemiş olsalar gerek ki; yollara düşüp binlerce kilometre yolu kat ederek köklerini, atalarının yaşadığı evleri, yerleri, toprakları, diktikleri ağaçları görmeyi hayal ederek 14 ekim günü Yunanistan’a girdik.Yağmur altında sabah ezanı vaktinde, taptaze böreklerle çukur kahvede çaylarla yapılan kahvaltı unutulur mu? Burası Gümülcinesokakları.Tek tük insanlar, yağmur altında koşuşarak işlerine gitmekte. Biz ise göreceğimiz yerlerin hayaliyle tekrar yollardayız.
Otobüsümüz gittikçe gidiyor, Sefer bey anlattıkça anlatıyor. Bir yerden dağlara doğru saptık. Tırmanmaya başladık, yüreğimiz de kabarmaya başladı sanki..Acaba nereye, nasıl bir yere varacağız. Merakla beklemekteyiz.. Nihayet eski adı Uzunkuyu olan köye geldik. Otobüsümüz köy ortasında durup kapıları açtı. Açtı da ne oldu, tek tek dökülmeye başladık.Önce, ataları bu köyden gelen aile fertleri sağa sola bakıştı hangi ev diye…Sefer beyin bir bağırışı duyuldu belli ki daha önce gelip tanıştığı simalarla karşılaştı..İnsanlar birer ikişer sokaktalar herkes bir şeyler soruyor. Türkçe konuşmaya çalışan Rumlar ve Yunanca konuşmaya çalışan Türkler.. Bir heyecan fırtınası ama aranan ev elbette yok, yok çünkü o kadar zaman geçmiş ki, yerinde yeller esiyor veya yıkılıp yenileri yapılmış. İkinci durağımız Muratlı köyü. Orada da aranılanlar yerine, taş ve toprak ancak hatıra olarak alınabiliyor.
NOT: Tüm köyleri ve şehirleri anlatmak isterdim ancak konumuz gereği bu girişler anılarınızın yenilenmesi için yeterli olacağını ümit yediyorum.
Bu minval üzerine geziye devam ediyoruz. 3 gün içinde gezip gördüğümüz köyler şehirler, akraba, dost, tanıdık, ev, ağaç ne kalmışsa görmek istediğimiz her şeyi dolu dolu gördük ve yaşadık.
15 Ekimde gittiğimiz Jerveni köyünde bizi, iyi Türkçe konuşabilen muhtar karşıladı. Münevver teyzenin belgesel çekimi için aramızda bulunan çekip ekipleriyle birlikte gerekli işlerini yaptıktan sonra akşam yemeği için telefonla Kastorya’da bir müzikli lokanta ayarlıyor.
Bu arada Sefer bey ve Lütfi beylere elimde bulunan yunanca yazılmış bir mektubun olduğunu bunu okuyup tercümesini yapabilir mi diye sorduğumda cevabı ;”Ver bakayım şunu” şeklindeydi. Mektup hakkında bilgi istedi, bunu yazanın kim olduğunu sordu. Bana iletilen bilgilere göre bunu yazanın Kastorya şehrinde oturan bir hanım olduğunu, Türkiye Dörtyol’da ikamet eden akrabalarından Cemil Arıkan’a yazıp gönderdiğini ama Cemil Arıkan’ın vefatı nedeniyle çocuklarınca içeriği hakkında bir bilgi edinemedikleri için benim tarafımdan birisini bulup tercüme ettirmemi istemişlerdi. Bu mektupta kadının annesinin vefat ettiğini, haber vermek için yazdığını söyledi. Akşam yemeğinde bu konuda daha detaylı bilgi toplayacağını söyleyerek ayrıldık.
Kısa bir yolculuktan sonra Kastorya’ya geldik. Hava bozuk, yağmur yağdı yağacak.Planlara göre çarşıda alışveriş yapılacak sonra otele, daha sonrada müzikli lokantaya gidilecekti. Gel gör ki; evdeki hesap çarşıya uymadı. Hayatımda gördüğüm ender yağmurlardan birisine tutulduk. Caddeler sel olup aktı. Sığındığımız
On dakika sonra ortada ne yağmur ne de sel var . Geç kalındığından, akşam yemeği için Lokantaya yöneldik. Herkes yerine oturdu. Bir de şömineye koca koca odunlar atılmamış mı, çıtır çıtır sesler kulağımızda, sıcak alevler yüzümüzde … Bu arada Muhtar ve eşi, Kastorya belediye başkanı da gelmişler.Selamlaşma faslı devam ederken bir yandan müzik başladı.
Malüm Grek müziği hareketli. Birlikte oyunlar oynandı, kurtlar döküldü. Ben de bir istekte bulundum,serde Giritlilik var ya, çok hoşuma giden “Astra mi me malonete, pu trağuzo ti nihta -Yıldızlar, gece şarkı söylediğim için bana kızmayın-” şarkısını seveseve çalıp söylediler. Keyfimize diyecek yok..Bir ara Muhtarın beni dürttüğünü ve bana seslendiğini fark ettim.”Nerde o mektup?” diye soruyor. Sefer bey de araya girerek, Belediye Başkanı mektubu görmek istiyor dediler. Mektubu verdim. Baktıbaktı, okudu, yüzünü buruşturdu, üzüldü. “Mektubu yazanın adı ve soyadı yazıyor ama bu isimde çok fazla insan var bunu bulmak çok zor” demez mi?. “Bir yerlere telefon edelim bakalım şansımız varsa buluruz” dediler. Çok geçmedi, 5 dakika sonra iyi haber geldi. “Bulduk ve 10 dakika sonra buraya gelecekler” demez mi? Aldı beni bir heyecan, mektubun içeriğini öğrenmiştim ya, bunu kendisine nasıl açıklayacağım? Tam 10 dakika sonra kapıda göründüler. Kendisi ve eşi etraflarına bakınıp birilerini arıyorlar. Aradıkları bizdik. Hemen karşıladık Tabii ki merak içinde şaşkın gözlerle bize bakıyorlar. Akrabalarımız bunlar mı diye düşündüler herhalde. Bu arada muhtar devreye girdi.”Bu mektubu siz mi yazdınız, buradaki kişi siz misiniz?”
“Evet” dedi kadın. ”Bu mektubu ben yazdım. Benim Türkiye’de Cemil Arıkan adında bir akrabam var. Dayımın oğlu olur. Daha önce buraya gelip annemi alarak Türkiye’ye götürmüştü. Annem bu yıl içinde öldü, kendilerine haber vermek için yazmıştım. Ama bir cevap alamadık. Ben de acaba akrabalarım mı geldi diye koşup geldim.”
Maalesef akraban değiliz ama bu mektubu ve kötü haberi vermeye geldik dedik. O anda yüzünün ifadesini tahmin edemezsiniz. Gözlerinden yaşlar boşandı, Tabii ki bizim de. Ancak hikayeyi tam bilemediğim için fazla bir şey konuşamadık. Daha sonra Lütfi bey aracılığıyla anlaştık. Kendisine Türkiye’ye gidip gitmediğini sorduk. “İsterdim ama mümkün olmadı. Annem öldü bu arada 21 yaşında oğlumu trafik kazasında kaybettik” dedi. Bu defa bizler daha çok üzüldük. “Türkiye’de acaba bizi kabul ederler mi?” şeklinde sorduğu soru ise çok daha acıydı. İçimiz yandı adeta. Zaman akıp gitti, ayrılık vakti gelmişti. “Bir hediye getirdik onu Türkiye’ye götürür müsünüz?” dediler. Merakla ne olabileceğini düşünürken arabanın bagajında koca iki sandık, içi de elmalarla dolu, onları nasıl götürürüz. Teşekkür ettik, ama onlar ille de bunları size vereceğiz diye tutturdular, neyse imdadımıza Lütfü bey yetişti, tamam dedi biz onları otobüse koyarız. Götüreceğimiz yere kadar götürürüz. Aynen dediği gibi de yaptık.. Vedalaşmamız 5 dakika sürdü. Lütfü beyle yaptığımız plana göre bu elmaları herkese dağıtıp, afiyetle yiyecektik. Ancak ertesi akşam Kavala girişinde kısmet oldu yemek…
Türkiye’ye döndükten sonra hikayenin aslını öğrenmeye koyulduk. Yunanistan’da kalan karı kocanın telefon numaralarını Dörtyol’daki akrabalarına ulaştırdık. Onlar da meraklandılar. Onları kabul edip etmeyecekleri konusunda fikirlerini aldık. “Elbette” dediler. “onlar bizim akrabamızsa niçin kabul etmeyelim.”
Kafilemizde bulunan ve YAŞAYAN BELLEKLER adlı proje yapımcılarıyla yaptığımız ön görüşmede bu konunun ilginç olduğunu ve kendilerine yazıp gönderilmesini istediler.
Bununla ilgili olarak yaptığım ön görüşmelerde elde ettiğim bilgilere göre hikaye şöyledir:
1923 Lozan Nüfus Mübadelesi Antlaşması gereği; Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye ve Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyan Rumlar da Yunanistan’a zorunlu olarak göçe tabi tutulmuşlardı.
Selanik civarında, sahil kesiminde çok büyük arazileri, zeytinlikleri, fabrikaları ve villaları olan ailenin en yaşlı bireyleri önce Dörtyol’a gönderilmişler. Ailenin bilinen en yaşlısı ve adı geçen CEMİL ARIKAN’IN dedesi ve küçük yaşta oğlu FETTAH ARIKAN ve kardeşleri Türkiye’ye gelirken, Fettah Arıkan’ın kız kardeşi PERZE hanım orada kalıyor. Perze hanım Müslüman’dı ve Müslüman bir Türk’le evliydi. Malüm olaylar ve iki toplum arasındaki gerginlik, kocasının camiye girerken öldürülmesiyle sonuçlanıyor. İki çocuğuyla yalnız kalan PERZE hanım Türkiye’ye gitmek yerine, yerini değiştirerek ve kendisini Hıristiyan olarak göstererek Yunanistan’da kalıyor. Türkiye gelen Fettah Arıkanyine bir mübadil kızıyla evleniyor. 2 oğlu ve 2 kızı oluyor. Oğullar: Cemil ve Recep, Kızlar ise Cevriye ve Halide. Cemil ve Recep yaşamlarını yitirmiş olup Kızlar: Cevriye ve Halide 80-90 yaşlarında olup şu anda hayattalar. Çeşitli nedenlerle aile İzmir’e göç ediyor. Çocuklar orada büyüyor. Cemil Arıkan İşçi olarak Almanya’ya çalışmaya gidiyor. Orada tanıştığı Rumların yardımıyla kendisine bahsedilen Yunanistan’da kalan halası PERZE’yi soroyur ve izini buluyor. Daha sonra aile tekrar Dörtyol’a taşınıyor. Cemil Arıkan Almanya’dan bir dönüşünde Yunanistan’dan geçerken halasını bularak Türkiye’ye getiriyor ve halası bir müddet Türkiye’de kalıyor. Bu arada Perze’nin 2 kızı büyüyor ve evleniyor .Eşleri ve kendileri Yunan vatandaşı ve Hıristiyan’dır.Onların çocukları da öyle…İşte mektubu yazan ve bizimle buluşan bayan, adı geçen Perze’nin kızı olup ,Türkiye’ye gelip akrabalarıyla görüşmeyi arzu etmektedir.
Bu arada ben de, bu buluşmayı mübadil dostlarına anlattığım ve aracı olduğu için mutluyum. Sonunu merakla belerken, ilgili kişilerin buluşmayı gerçekleştirmelerini diliyorum.
Saygılarımla
ALİ KEMAL SERGİN
Mübadele ile gelen yakınlarım: Babam Cemal Sergin (1909-1983), Annem Ayşe Sergin (1922-2010)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye Zabordeni köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Ürgüp ve sonrasında Yalova ve Ankara
Şu anda ikamet ettiğim yer: Antalya
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Ziyaret ettiğimiz ilk köyden itibaren atalarımızın burada nasıl yaşadıkları, neden buralara yerleştikleri ve nasıl bir yolculukla Türkiye’ye geldikleri gibi sorulara her gece cevap bulmaya çalıştım. Sanırım bu soruları genişletmek olası ve cevapları çok zor. Ayrıca çok da belge yok, kulaktan kulağa bazı bilgiler var gibi. Babamın 15 yaşındayken yaşadığı göç ve öncesi sıkıntıları anlattığı günler hala dün gibi. Annemin büyüklerinden dinleyip de anlattıkları daha çok yeni…
Şu geziyi keşke iki sene kadar önce yapabilseydik.
Yaşantımıza kattıkları artılar için LMV vakfına çok teşekkürler.
Katılanlara çok teşekkürler.
Cem, sana da çok teşekkürler yeğenim.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
İstanbul’da Bir guş var
Ganadinde gumüş var
Aman Allahım aman
Bilmem bunda bir iş var
Çakoni köyünde, anneme her şeyi ile çok benzettiğim Despina’nın babasınn söylediği şarkı.
Oglan Oglan kalk gidelim
Sigaranı, fenerini yak gidelim
Nu güzel oglan
Babası çuban
Işıklar köyünde davet edildiğimiz lokantada dinlediğim bu şarkıyı son olarak babamdan dinlemiştim.
Tanıştığımız Türkçe bilen, bilmeyen bütün insanlar bizimle aynı duygular içerisindeydi, hatta yukarıdaki şarkıları içeren çekmiş olduğum videoları seyrederken gözleri dolarak izleyen kızım ve oğlum da.
Önerilerim:
Atalarımızla ilgili çok net bilgilerin olmadığını sanıyorum, tarihin bu parçası atalarımızın anlattıklarıyla sınırlı. Galiba tarihçilere büyük iş düşüyor. Üniversitelerle ilişki kurarak bu konuyu özendirme çabalarını göstermek gerekecek gibi. Türkiye’deki birinci ve ikinci kuşak mübadillerle sohbetlerimizi yazılı hale getirmemiz gerekiyor. Bulabildiğimiz belgelerle atalarımızın anılarını LMV aracılığı ile araştırmacılara ulaştırmak gerek. Yunanistan’da yaşayan Türkçe bilen ikinci kuşak mübadillerin anıları da çok değerli. Çok vaktimiz kalmadı onların anılarını da dinleyip yazılı hale getirebilmemiz için. Bunu oralara tekrar giderek yada onları burada ağırlayarak yapabiliriz sanırım. Her mübadil her türlü ilişkiyi, olanaklarını bu konuyla ilgili devreye sokabilir kanısındayım.
SÜREYYA AYTAŞ
Mübadele ile gelen yakınlarım: Aliye Özbay – Mestan Özbay (Anneanmem, dedem), Kasım Aytaş-Naile Aytaş (Babaannem, dedem)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye, Jerveni (AgiosAntonios) köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Nevşehir, Mustafapaşa kasabası
Şu anda ikamet ettiğim yer: Mustafapaşa Kasabası, Ürgüp-Nevşehir
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
“Ne zaman bir kuş görsem, memleketten gelir sanırdım. Ne zaman bir dağ görsem, memleket ardında sanırdım. Ne zaman akan bir su görsem, memleketten akar sanırdım. Ne zaman ekmeği elime alsam, memlekette pişti sanırdım. Elime ne zaman bir elma alsam, soyarken altından memleket çıkacak sanırdım. Ne zaman rüyamda memleketi görsem, yarın memlekete giderim sandım. Ne zaman bir türkü dinlesem memleketimi dinlerim. Baba olunca belki dede olunca memlekete giderim sandım. Baba oldum, dede oldum; ama memlekete gidemedim…Memleket özlemi çekmek çok zor. Dilimi susturdum, içimi susturamadım. Belki ölmeden giderim…Ben gidemezsem siz gidersiniz . Be kızım gitmesem de gitmesen de bizim ruhumuz gider oralara ….Yine de memleket sevdasından caymam . Kolay mı?.
Keşke bir masal başlasa, o masalda biz hepimiz oraya gidiyor olsak akın akın, herkes gelse oraya köyüme, köyümü anlatabilsem onlara “.Dedem öyle diyordu !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!Dedem hep öyle diyordu:”Gidin kızım memleketi görün.”
.
…Yıllarca masal gibi dinlediğim, masal görünümlü köyümüze ilk gittiğimde, elimle koymuş gibi buldum köyümüzü. Dedemin, ninemin anlattığı köy olduğu gibi karşımdaydı . Bir anda sanki onları yanımda hissettim sanki ben onlara misafirliğe gitmiş gibi, onlar bana anlatıyorlardı; bak biz bu evde oturuyorduk, bak bu sokakta oynuyorduk, bak bu ağaçlara tırmanıyorduk, bak bu derede çamaşır yıkıyorduk. O kadar şaşkındım ki fotoğraf dahi çekemedim. Köyü hem gezdim hem ağladım. Bir saate yakın derenin kenarında oturdum. O suyun sesi beni yıllar öncesine götürdü. Zaman tünelinden geçmiş gibiydim. Ninemin söylediği bütün türküleri söyledim. Özlemim gider mi diye derin derin nefesler aldım. Şu dağların, ormanların, yolların dili olsaydı da anlatsaydı onların yaşadıklarını… çektikleri zorlukları. …
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Türkçe konuştuklarını duyunca çok şaşırdım. “Gelin gardaşlar biz sizi yıllarca bekledik, şimdiye kadar nerelerdeydiniz” sözleri, bizi evlerine davet etmeleri, bizlere ikramlarda bulunmaları, Türkçe şarkılar söylemeleri inanılır gibi değildi. Sanki birileri onları organize etmiş böyle davranın demiş gibiydiler, fakat onların bizim oraya gideceğimizden haberleri bile yoktu …
Önerilerim:
Bu tür gezilerin kayıt altına alınması.
AYŞEGÜL KALEMOĞLU
Mübadele ile gelen yakınlarım: Anneannem Ayşe Sergin (Benice) – Dedem Cemal Sergin
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye Zabordeni köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Ürgüp sonrasında Yalova ve Ankara
Şu anda ikamet ettiğim yer: Antalya
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Ben pazartesi günleri çalışmam. Evimin işleri, çocuklarımın okulu ile ilgilenirim. Gene bir pazartesi günü yemek yaparken telefonum çaldı. Arayan ağabeyim Cem idi. Heyecanlı bir sesle ‘’ Dedemin evini buldum, ben Selanik’e gidiyorum ‘’dedi. Hiç sorgulamadan ‘’ ben de geliyorum ‘’ dedim ve maceramız böyle başladı. Hemen anneme, teyzeme, dayıma, büyük kuzenime haber verdik. Onlar da hiç tereddüt etmeden geliyoruz dediler. Vize almak için İzmir’ de bir firmaya ben, annem ve dayım evraklarımızı gönderdik. Sonradan öğrendik ki bizim evraklarımızı işleme koymamışlar. Yunanistan Konsolosluğu ile yaptığım telefon görüşmesinden sonra bize son anda bile olsa yardımcı olacaklarını söylediler. Bu vize işini muhakkak halletmem gerekiyordu ve hemen İzmir’ e doğru yola çıktım ve son gün de olsa vizelerimizi aldım. Bu işe gönül vermiştik, atalarımızın evini bulacaktık ve hiçbir şey buna engel olamayacaktı, çok istedik ve başardık. Aynı günün akşamı İstanbul’a gittim ve gece 24.OO’ de akrabalarım ve diğer mübadil aileler ile birlikte yola çıktık.
O kadar yorgundum ki, hemen uyumuşum. Bu arada otobüsümüz Gümülcine’de Çukurkahve ’ ye gelmiş. ‘’Haydi uyanın, çay içip börek yiyeceğiz ‘’ diyen Sefer Bey’ in sesiyle uyandım. Daha gün ağarmamıştı, uykulu gözler ve şaşkın bakışlarla böreğimizi aldık ve çayımızı içtik. Çay içip kendimize gelince bizimle yol arkadaşı olan diğer aileleri gözlemlemeye başladım. Pınar-Çiğdem Ürel ve anneleri, Çiğdem Ünlü, Hüdaye Hanım, Gönül Hanım, Süreyya Hanım, Münevver Teyze ve diğeraileler…Onlar da bizim gibi ata topraklarına gitmek ve köklerini, evlerini bulmak için bu yolculuğa çıkmışlardı. Bakalım bu ortak duygular bizleri nereye götürecekti.
İlk durağımız Sarışaban’ın Muratlı Köyü idi. O köydeki evi hep beraber aradık, ancak çok emin olamadan o köyden ayrıldık.Lekani Köyü’ ne doğru giderken yol yorgunluğu üzerimizden kalkmış, bir yandan Candan Erçetin’in söylediği Rumeli türkülerine eşlik ederken bir yandan da diğer aileler ile tanışmaya, kaynaşmaya başlamıştık. Bu arada televizyon çekimi için bize eşlik eden Sevinç Hanım, sevgili eşi Rıza Bey ve ekibi ile tanıştık. Onlar bizim heyecanımızı, duygularımızı ekrana yansıtabilmek gayesi ile bizlere yol arkadaşlığı yapıyorlardı.
Lekani Köyü’ne gelince Bafra-Alaçam’ dan mübadele ile buraya gelen Eleni ve arkadaşları ile tanıştık. Eleni bizi görünce, bizEleni’ yi görünce hatta Türkçe konuştuğunu duyunca çok şaşırdık. Eleni burada doğmuş ve buradaki dedelerinden Türkçe konuşmayı öğrenmiş. O da İstanbul’ a gidip ailesini bulmuş. Ortak duygularımız, ortak yaşantılarımız var. Sanırım bu yüzden oralardaki kişiler bizleri bağırlarına bastılar, sanki daha önceden tanışıyormuş gibi. Atalarımız oradaki adetleri buraya getirmiş, buradaki Rum Ortodokslar buradaki adetlerini oraya götürmüşler, hatta bir süre beraber yaşamışlar. Bu ortak yaşam hikayeleri, mübadele yolculuğunun zorlukları, hiç bilinmeyen diyarlarda kurulan ocaklar, yaşam kavgası, yapılan evlilikler…3., 4. kuşak olan bizler bakalım bu mirasa sahip çıkabilecek miyiz?
Lekani Köyü’nden sonra Selanik’e gitmek üzere yola çıktık. Tabii ki ilk durağımız Yüce Atamız’ın doğduğu ev idi. Bu dar sokaktaki iki cumbalı hafif pembe renkli evi fotoğraflarından biliyordum. Bu daracık sokakta yüksek binaların arasında sıkışmış olan evin yerini görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Ev binaların arasında kaybolmuş gibiydi. Duvarına asılmış olan küçük tabela ve beyinlerimize işlemiş olan fotoğrafı olmasa yanından geçer gidersiniz. Düşünüyorum da, bu sokağa Mustafa Kemal Atatürk adının verilmesi çok mu zor idi acaba? Neyse, Atamız’ın evinin içini ve bahçesini ziyaret ettikten sonra Selanik’ i gezmeye başladık. Selanik sanki küçük İzmir. İzmir’ deki kordonboyundan daha kısa ve daha dar olan bir kordonu var. Adetlerimizin aynı olduğu gibi, yerleşim düzenimizde de benzerlikler olduğunu fark ettim.
O geceyi Selanik’ de geçirdikten sonra sabah yola koyulduk. Otobüs giderken gene Rumeli havaları dinledik hatta damat halayı bile çektik. İstikametimiz, bizim de köyümüz olan Zabordini Köyü.
Köyümüze doğru giderken kafamda bir sürü soru işaretleri vardı. Acaba evimizi bulabilecek miydik, atalarımızın nasıl insanlar olduklarını hatırlayan insanlar karşımıza çıkacak mıydı, dedemizin anlattığı kırmızı atı ve ceviz ağaçlarını bulabilecek miydik? Yemyeşil dalları ile daracık köy yolunu sınırlayan uzun ağaçların kenarından geçerek köyümüze geldik. Evimizi bulabilmek için elimizde Ürgüp’deki 101 yaşındaki Naime Teyze’ nin söylediği birkaç veri vardı. Naime Teyze, anneannemin babasının ve kardeşlerinin evi için ’’ iki çeşme arasında hafif yamaç üzerinde, evin solunda okul var ve ezan sesi yakından geliyordu ‘’ demişti. Dedemin babasının evi ise iki katlı, giriş kapısının üzerinde cumbası olan, yamaç üzerine kurulu taş evdi. Karşısında, biraz aşağıda ceviz ağaçları vardı ve küçük bir dere akıyordu. Bu verilere göre evlerimizi aramaya başladık. Zaten köye gelir gelmez köy halkı etrafımızı sarmıştı. O kadar samimilerdi ki, bizlere yardımcı olmak istediler, köyün papazı da yanımıza geldi. Aradık taradık önce iki çeşmeyi bulduk, çeşmenin solunda gerçekten sonradan ahır yapılmış eski okulu bulduk. Odaların üzerinde sınıf numaralarının yazılı olduğu levhalar hala duruyordu. Okuldan çıktık, gerçekten de okulun çok yakınında sonradan kiliseye dönüştürülmüş camiyi gördük. Demek ki doğru yerdeydik. İki çeşme arasında tam arkamızdan 3 tane birbirine yapışık evi bulduk. Anneannemin babası ve kardeşlerinin evi de birbirine yapışıkmış. Evlerin temelini bozmadan üst kısmını yıkıp yeniden yapmışlar. İşte anneannemin ve ailesinin 2 yaşında ayrılmak zorunda kaldığı ev burası idi. Sıra geldi dedemin babasının evini bulmaya. Sokağı dönünce Naime Teyze’nin anlattığı ev tam karşımıza çıkmıştı. Zaten bu köyün en eski evi de orasıymış. Atalarımızın kokusu sinmiştir diye evi elledik, kokladık, 6 ay önce 88 yaşında aramızdan ayrılan canımız Ayşe anneannemizin tülbentini ve 1983 yılında aramızdan ayrılan aynı Atatürk’ e benzeyen canımız Cemal Dedemizin kravatını ağabeyim Cem Açıkbaş toprağa gömdü. Düşünüyorum da tam 86 yıl önce bu topraklardan göç eden atalarımıza ait bu eşyalar toprağın altında kaldıkça anneannem ve dedemin ruhları da ilelebet bu topraklarda yaşamaya devam edecektir. Anneannem 2, dedem 14 yaşında iken bu topraklara basmışlar, bu çeşmenin buz gibi suyunu kana kana içmişler, dedem bu okula gitmiş, bu ezanın sesini dinlemişler, bu ceviz ağaçlarından ceviz toplamışlar, burada yaşamışlar. İnce uzun nehirle beslenen ve yemyeşil ağaçları ile bu bereketli topraklar ne yazık ki atalarımıza çok fazla ev sahipliği yapamamış. Atalarımız 1924 yılında buraları terk etmek zorunda kaldıklarında Türkiye’nin Ürgüp kasabasına gitmişler, bir süre orada kaldıktan sonra buradan ayrılarak aynı doğa yapısına sahip olan Yalova’ ya yerleşmişler. Yalova’da yerleştikleri yer aynıZabordini gibi yemyeşil, ceviz ağaçları ile çevrili ve küçük bir nehir akıyor. Bence insan farkına varmadan özünü arıyor ve bulunca da bırakmak istemiyor. Anneannemin boynundan düşürmediği, acı tatlı gözyaşlarını o tülbentini ve dedemin asil havasını yansıtan kravatını baba ocağına bıraktıktan sonra köy meydanına doğru yürümeye başladık. Toprak o kadar bereketli ki, her evin bahçesinden ve pencerelerinden çiçekler sarkıyor. Bize hoş geldiniz diyen komşularımız büyük bir samimiyetle bizleri evlerine davet ettiler kendi bahçemize dikmek üzere çeşit çeşit çiçek verdiler, ceviz verdiler, kahve ikram ettiler. Köy meydanına gelince köy halkının otobüsümüzün yanında toplandığını gördük. Herkes birbiri ile kucaklaşıyor, az da olsa Türkçe konuşuyordu. O insanlarla aramızdaki elektriklenmeyi tarif etmek çok zordu. Onların ataları da Türkiye’ deki topraklarından ayrılmak zorunda kalmış ve buraya yerleşmişlerdi. Onların gözlerinde de anavatana duyulan özlem vardı. Sonunda ayrılık zamanı gelmişti, bizi uğurlamaya gelen komşularımızla vedalaştıktan sonra diğer mübadil dostlarımızın köylerini bulmak üzere yola koyulduk. Sevgili Gönül Abla’nın köyü Çakoni’ye geldiğimizde çok ilginç bir şey oldu. Köyün dar sokaklarında dolaşırken aynı anneannem gibi 85 yaş civarında yaşlı teyzeyle karşılaştık. Gönül Abla ona annesinin evini sorarken başka bir köylü, bu yaşlı köylü teyzenin kulaklarının işitmediğini ve konuşamadığını söyledi. Ama biz konuşmaya devam ettikçe adının Despinaolduğunu öğrendiğimiz bu teyze Türkçe konuşmaya başladı. Biz de komşuları da hayretler içinde kalmıştık. Ailesinin Bafra’dan geldiğini, kendisinin burada doğduğunu, Türkleri çok sevdiklerini söyledi. Gözleri, bakışları, vücut yapısı ve kıyafeti ile aynı anneannemi andıran Despina anneanne, bana anneannemin söylediği ‘’ yavrum, kuzum, ciğerim’’ diye hitap edince karşımda anneannemi görüyor gibi oldum. Bu herhalde bana Allah tarafından gönderilen bir ödüldü. Kendisi benden anı olabilecek bir şey istedi. Hemen boynumdaki kolyeyi çıkartarak Despina anneannenin boynuna taktım. Benim için çok güzel dualar da edenDespina anneanneden ayrılmam hiç de kolay olmadı, ama gidecek daha çok köyümüz vardı. Sonraki durak Münevver teyzemin köyü olan Jerveni idi. Jerveni ile Zabordini kardeş köylermiş, birbirlerinden kız alır verirlermiş, adetleri de aynıymış.Jerveni’ ye geldiğimizde köy muhtarı bizi karşıladı ve ilk iş olarak ‘’ sizler açsınızdır, önce karnınızı doyuralım ‘’ diyerek bizi köy kahvesine buyur etti. Yeşillikler arasında bir tepeye kurulmuş bu köy kahvesinin duvarları Karadeniz kıyılarına ait haritalar ve resimlerle doluydu. Jerveni köyünün büyük bir kısmını oralardan gelen mübadil aileler oluşturuyordu. Kahvede ekmek, peynir, bal ve çayla karnımızı doyurduktan sonra Türk ve Rumeli türküleri eşliğinde köyü dolaştık. Köy halkı bizi yine büyük bir samimiyetle ve içtenlikle karşıladı. Evlerine davet edip kahve ikram ettiler, bol bol ceviz verdiler. Oralardan aldığımız cevizleri Antalya’ ya geldiğimizde evimizin bahçesine ektik, bakalım tutacak mı? Köyde dolaşırken bir ara ağabeyim Cem yanıma geldi ve ‘’Ayşegül, şu sokağın sonuna kadar git ve sağ tarafa bak ‘’ dedi. Dediğini yaptım ve işte dedemin bize küçükken anlattığı masallardaki kırmızı at karşımda duruyordu. Sanki tarihle yüzleşiyorduk. Dedemin anlattıklarının masal olmadığını, geçmişe duyulan özlemin bir masal kıvamında bize aktarıldığını anlamıştım. Anılarını bize masal gibi canlandırarak anlatan dedemi bir kez daha rahmetle anıyorum. Kırmızı atın yanına gidince Cem’ in de orada olduğunu ve o masalları tekrar yaşadığını gördüm. Ne kadar da iyi yapmıştık bu mübadele gezisine gelmekle. Eski masallar gerçekleşiyor, mekanlar canlanıyordu. Yavaş yavaşgün kararmaya başlamıştı ve bir köyü daha geride bırakarak Kesriye’ ye doğru yola koyulduk. Otobüsümüz Kesriyeyakınlarında bir dağın tepesinde durduğunda gördüğüm manzarayı unutamayacağım. Kesriye sanki iç içe geçmiş iki göl kenarına kurulmuş bir rüya kent gibiydi. Şehre geldiğimizde, göl boyunca dolaşırken mimari alanında ödül almış KesriyeEvleri’nin göle düşen silüetleri harika bir görüntü oluşturmuştu. Kesriye’ye akşam üzeri geldiğimiz için çok fazla gezemedik ama akşam gittiğimiz restorantda harika kırmızı şarap yanında yediğimiz yemekler, dinlediğimiz Yunan müzikleri bizi mest etti.Kesriye Mübadilleri Derneği Başkanı ile Kesriye Belediye Başkanı da yemeğe katılarak bizi onurlandırdı. Hep beraber sirtaki yaptık, şarkılar söyledik. Bu güzel ve unutulmaz gecenin ardından ertesi sabah tekrar yola çıktık. Girdiğimiz köylerden birinde (adını hatırlayamadım) Amasya’ nın Taşova kasabasından gelen Hüdaye ablanın ata evini gördüğü anı unutmam mümkün değil. Evin sokağına girince ‘’ işte bu ev ‘’ dedi. Bu ev Taşova’ daki babasının yaptığı evin aynısıydı. Bu nedenle evi bulmakta hiç zorlanmamıştı. Daha sonra Çiğdem’ in köyü olan Işıklar köyüne geldik. Burada bulunan Mübadil Derneği’ nin yaptırmış olduğu müzeyi gezdik. Mübadil destanının çok detaylı bir şekilde anlatıldığı bu müze atalarımızın çektiği zorlukları ortaya koyuyordu. Son durağımız Kavala idi. Deniz kenarına kurulmuş bu heybetli şehre tepe üzerinde bulunan kalesinden baktığımda içimi bir huzur kapladı. Artık gezimizi ve görevimizi tamamlıyorduk. Ata topraklarına yaptığımız bu gezi sayesinde mübadil torunu olmanın ne demek olduğunu anlamıştım.
MÜNEVVER GÜLLER
Mübadele ile gelen yakınlarım: : Annem Akile 3 yaşında, baba Recep 8 yaşında geldi. Dedem Arif Hoca Jerveni köyünün imamıydı.
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye Jerveni köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Ürgüp, Mustafapaşa
Şu anda ikamet ettiğim yer: Mustafapaşa
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
BİR HAYALİN GERÇEK OLUŞU
Ben Münevver Teyzeniz;
Lozan Mübadilleri Vakfının düzenlediği ve TRT ekibinin Yaşayan Bellek programı için çekim yaptığı bu geziye Süreyya Aytaş’la birlikte katıldık. Bu etkinlikte bende yer aldığım için çok mutluyum.
Yolculuğumuz İstanbul’dan başladı. Vakıf başkanı Sefer Bey’in konuşmasından sonra tüm yolcular kendilerini tanıttı.
Antalya, Samsun, Amasya, İzmir, İstanbul, Nevşehir gibi illerden katılan insanlarla gezimiz kültür, tarih ve heyecanla devam etti.
İpsala’ya geldik; pasaport kontrolünden sonra Meriç Nehri’nden, Vardar Ovası’ndan; ormanlardan ve ormanların içine gizlenmiş köylerden geçerek Selanik’e geldik.
Atamızın evini gezdik ve daha sonra sahile geldik. Annemin, dedemin, ninemin anlattıkları gözümün önüne geldi. Gemiye binecekleri son gün; ninemin kardeşlerini, akrabalarını mahşer gibi kalabalığın içinde ağlayarak aradığını, birbirlerini bulduklarında ayrılacak olmanın verdiği acıyla bayıldıklarını denize bakarken görür gibi oldum. Deniz; sanki onların gözyaşlarıyla oluşmuştu.
Sahilden ayrılırken annemi, ninemi, dedemi, orada bırakmanın hüznüyle bende denize gözyaşımı bıraktım; biz kavuşamadık belki en azından gözyaşlarımız kavuşur diye kendimi orada teselli ettim.
Selanik’i az da olsa gezme şansımız oldu. O gece Selanik’te güzel bir otelde kaldık.
Ertesi gün saat 08.00’da yolculuğumuz tekrardan başladı. Zabordeni köyüne geldik. Kendi köyüme en yakın köy burasıydı. Cem bey dedesinin ve diğer akrabalarının evlerini buldu. Köyü gezdikten sonra tekrar yola çıktık.
Annemin anlattığı, herkesin hasret duyduğu köyümüze; Jerveni’ye geldik. Oranın türkülerini, kıyafetlerini, yemeklerini, ceviz ve kestane ağaçlarını, deresini, değirmenini, mısır tarlarını, dedemin ve diğer akrabalarımızın evlerini görmenin, tatmanın, hissetmenin ve köyün havasını içime çekmenin, suyundan içmenin ayrıcalığını orada hissettim; çünkü oranın hasretiyle yanan insanların hasretine ortak olmak ve birazda o hasreti giderebilmek güzeldi.
TRT ekibinin de çekimleriyle köyümü ve orada yaşadıklarımı, hissettiklerimi ölümsüzleştirmek ve gelecek nesle aktarabilmek olağanüstü bir duyguydu.
Jerveni de ölenlerimizin mezarları belli olmasa da Mustafapaşa’dan getirdiğim suyu mezarlıkta üzerlerine serptim.Jerveni’den aldığım toprağı da Mustafapaşa’daki Jerveni’den gelen ve bir daha orayı görmeden hasret içinde ölenlerin mezarlarına serptim. Mezarda onlarla konuştum, Jerveni’yi anlattım, biliyorum ki Jerveni ve anlattıklarımı onlarda hissetmişlerdir, bence az da olsa hasret giderebilmişlerdir.
Türkiye’ye adım atıp da telefonumun çektiği andan itibaren hiç çalmayan telefonum susmaz oldu. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım aradı ve merak içinde sorular sordular. Bu beni çok mutlu ediyordu. Mustafapaşa’ya gittiğimde ise kendimi hac ziyaretinden dönmüş gibi hissettim. Herkes evime geliyor, bana sorular soruyor ve ziyaret ediyordu. Çarşıya gidip gelmem saatler alıyordu, çünkü yolda beni görenler durdurup sohbet etmeye ve oralardan gelmiş olduğum için hasret gidermeye çalışıyorlardı. Bu şekilde ilgi görmek ve insanların merakını ve hasretini az da olsa gidermek mutluğuna erişmek çok güzeldi. Bu mutluluğa sebep olan Mübadil Vakfı’na ve TRT ekibine teşekkür ederim. Birçok insanın özlemini giderebildiler.
Rüyaların gerçekleşmez olduğunu sanırdım. Ama bu tezin yanlış olduğunu gördüm. Oralara gitmenin mümkün olduğunu ve böyle bir gezi olduğunu söyleyen ve beni rüyamdan uyandıran Süreyya Aytaş’a teşekkür ederim.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Herkesin bizi çok iyi karşılaması, sanki yılladır bize tanıyorlarmış gibi sıcak davranışları
AYTEN ALPTEKİN
Mübadele ile gelen yakınlarım: Cemal SERGİN (babam), Ayşe SERGİN (annem)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye, Zabordeni köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Ürgüp. Sonrasında Yalova ve Ankara
Şu anda ikamet ettiğim yer: Ankara
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
İnanın mutluluğumu ve gezi sırasındaki duygu yoğunluğumu kelimelere dökmek çok zor. Diğer yandan burukluk da yaşıyorsunuz, duygularım son derece karmaşık ama bir o kadar da yoğundu.
Çocuklarım, işleri sebebiyle benimle gelemediler. Biz üç kardeş, bir kuzenimiz ve iki yeğenim ile bu geziye katıldık. Allah nasip ederse, bir dahaki sefere çocuklarım, kardeşlerim ve onların çocuklarıyla bütün aile buralara gelmeyi planlıyoruz.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
Anne ve babamın köyüne gelmiştik. Zabordeni’ye… Gittiğimiz tüm köylerde olduğu gibi özellikle mübadiller tarafından sevgiyle ve ilgiyle karşılandık. Türkçe selamlaşmalar, kucaklaşmalar, gözyaşları… Annemle babamın ve onlarla aynı köyden gelen akrabalarımızın anlatımları doğrultusunda annemin ve babamın evlerini bulduk. Annemlerin evi yıkılmış, yerine yeni evler yapılmış. Babamların evi ise hala duruyordu, iki katlı taş bir bina. İçine girmek için can atıyordum ancak kapısı kilitliydi. Evin etrafında yıllar öncesini hayal etmeye çalışır bir halde gezinirken, Türkiye’den oraya mübadele ile gelmiş yaşlı bir kadın, etraftan kimsenin görmesini de istemezmiş gibi, bana eliyle “gel gel” dedi. Yaklaştım. “Kızım” dedi, “Biz Türkleri çok seviyoruz, bizim sizlerle hiçbir sorunumuz yok, bizim vatanımız Türkiye” diyerek bana sarıldı. Babamın evinin önünde bu duyduklarım beni çok derinden etkiledi, ben de yaşlı teyzeye sarıldım, babama ve anneme sarıldığımı düşünerek …
HAFİZE BERBER
Mübadele ile gelen yakınlarım: Annem Ayşe ve Babam Demirali
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kesriye, Zabordeni köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Ürgüp. Sonrasında Yalova ve İstanbul
Şu anda ikamet ettiğim yer: İstanbul
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Çok yağmurlu bir havada gece 11;30 da başlayan yolculuğumuz benim heyecanlı
Olmam dolayısıyla nasıl geçti anlayamadım.
Heyecanlıydım çünkü orada annem tarafından anlatılanlarını görecektim. Ne müthiş bir olaydı tanrım.
Yolculuğumuzun ilk durağına geldiğimizde sabahın ilk ışıkları üstümüzdeydi; çay molasında börekçideki çaylarla kendimize geldik. Selanik ”Atamızın yaşadığı şehir” önce onun evini gördük, kokusunu içimize çektik; gönlümüzü hoş ettik. Oradan herkesin aile anılarının olduğu köyleri; yerleşim yerlerini görmek ve yad etmek için yola koyulduk.
Benim ailemin yaşadığı Kesriye’ye doğru yola çıktık. Aman aman o ne heyecan; gerçekten kalbim yerinden çıkmak üzereydi. Dağa tırmandık manzara çok güzel bir göl ve etrafında Kesriye görmeye değer bir yer.
Annemin ve babamın köyü ”Zabordeni” canım annem çok anlatırdı köyünü; keşke onları da götürebilseydik çocukluğuna.
Velhasıl söylediği ceviz ağacını ve yaşadığı taş evini de bulduk anacığımın. Aynen bıraktıkları gibi duruyordu.Yol bizi herkesin kalp çarpıntısıyla sırasını beklediği yerlere götürdü. Kah sevindik kah heyecan yapıp üzüldük; ama ailelerimizin ruhlarını şad edip her bir köyden ayrıldık.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
Köyler, insanlara kolaylık sağlanması için asfalt yapılmış gayet temiz ve bakımlı evler; çiçekler ve her yer. Tabiatın nefis kokusu. Bir zamanlar ailelerimiz buralarda yaşamışlar.
Osmanlının egemenliği altındaki topraklarımız şimdi komşumuzun elinde. Bizler iki ülkenin insanları kardeşiz ve biz onların misafirperverliğine teşekkür ederiz; çünkü her gittiğimiz yerde sevgiyle karşılandık.
Hoş; birazda buruk bir yolculuk sonrası vatana dönmenin keyfini çıkartarak geçmiş anıları yad ederek evlerimize döndük. Bu geziyi yapan ve bizleri bir araya toplayıp ailelerimizin yaşadığı yerleri görmemize vesile olan herkese çok teşekkür ederiz
ÇİĞDEM ÜNLÜ
Mübadele ile gelen yakınlarım: Hasan Demir (Dedem), Mürüvvet Demir (Anneannem)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kılkış Işıklar köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: Kırklareli
Şu anda ikamet ettiğim yer: İstanbul
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Çevremdeki herkesin gidip görmesini istiyorum. Duygularımı akraba ve arkadaşlarımla paylaşmak isterim. Döndüğümde; anlattıklarımdan etkilenen, ağladığını çok az gördüğüm eşim bile gözyaşlarını tutamadı.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
IŞIKLAR
Hasan Dedemin anılarını canlandırmaya, bulmaya gitmiştim. Annemin babası ve onun babası Demir Hoca’nın yaşadığı evi, mahalleyi, köyü görmekti niyetim bu geziye başlarken. Yalnız başına başladığım bu yolculuktan oldukça yüklü döndüm..Bir köyüm, bir annem, bir sürü dedem, ninem, amcam, teyzem, ağabeyim, kardeşim,dostum,öğretmenim, en derininden çeşit çeşit duygularım, tarih ve coğrafya bilgilerimi yüklenmiş geri geldiğimde; 4 gün sonunda, sanki yıllar geçmişti aradan. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki…Hız artınca zaman yavaşlardı, bunu biliyordum. Acaba bundan mıydı böyle uzun zaman geçmiş gibi hissetmem?
Otobüsümüz adeta bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi uçarak zaman ve mekan değiştirerek farklı coğrafyaları çeşit çeşitköyleri dolaştı. Her konduğu köyde kendisini bizim kardeşimiz olarak niteleyen melek kalpli insanlarla karşılaştı Bu insanların hepsinin ortak noktası yardımseverlik, birkaç kelime Türkçe konuşma isteği ve ellerinde avuçlarında ne varsa onları ikram etme refleksiydi. Kimi elma, kimi bir avuç ceviz, kimi en koyu kırmızı renginden bir sardunya dalı, kimi bir kurabiye, kimi fondan dediği en değerli çikolatasını seve seve gönülden sundu bizlere. Sanki yıllardır görmedikleri hemşehrileri gelmişti de hasretleri dinmeden geri gidiyorlardı. Telaşla konuşuyor her sorulana yanıt bulmaya çalışıyorlardı. Biz dedelerimizi, ninelerimizi ararken onlar da kendilerininkini düşünüyorlardı. Çakoni köyünde Despina, Gönül annem annesine ağlarken “Vah anacııım, vahkuzuuum” diye inledi. “Altın kızlarım” diye sevdi bizi.
Uzunkuyu,Muratlı,Mincinos,Çağlayık,Olacak,Kurtluköy,Zigoş,Zabordeni,Rupişta,Çakoni,Jerveni,Çazdar…..
Artık heyecanlanmaya başlamıştım. Benim dedelerimin köyü Işıklar nerede kalmıştı? Gidecek miydik oraya? Neyle karşılaşacaktım? Yoksa bir uğrayıp geçecek miydik? Bu yolculuğa çıkmadan önce Işıklar’a gitmiş bir hemşehrimi aramış biraz bilgi almıştım.”Korkmayın” demişlerdi “Herhangi bir düşmanlıkla karşılaşmazsınız”. Böyle bir korkum yoktu zaten ama köydeki karşılanmamızı düşündükçe düşmanlığın tam tersine dostluktan da öte kardeşlik bağlarını en güçlüsünden hissettim.
Nihayet Işıklar yolu üzerindeydik. Şimdiki adını yazan “Evropos” tabelasını geçip evleri birer birer gördük.Bizim kasaba, hatta sayfiye yeri anlayışımıza uygun mimarisi olan,sokakları tertemiz(anneanemin evinin önündeki sokağı süpürdüğünü hatırladım) ve bakımlı, uğradığımız her köydeki gibi bir meydan, meydanda bir çeşme, bir çınar ağacı, bir kahvehane ve orada oturup sanki bizim gelmemizi bekleyen köylüler..
Birisi hemen yanımıza geldi. Türkçe selamlaştık(artık Türkçe konuşmaları beni şaşırtmıyordu) Hep gördüğümüz yardımseverlikle buradaki mübadillerin bir dernek kurduğunu,bu derneğin başkanını hemen çağıracağını söyleyerek gitti.Buraya gelen Rumlar İzmit’in Fulacık köyündenmiş ve dernekleşerek bir müze bile yapmışlar. Müzede Fulacık köyünden gelen 120 yıllık ipek bir elbiseden tutun da o zamana özgü ev eşyası, tarım gereçleri ve birçok fotoğraf sergileniyordu.
Köyde beni en mutlu eden kişi Leonidas yanımıza geldiğinde heyecanla sordum: “9 yaşında mübadele ile Kırklareli’ne yerleşen dedemin evi Fransız askerler tarafından hastane olarak kullanılmış, biliyor musunuz?”( Dedem Fransızların hastanede kullandığı boy boy makasları bile hatırlayıp, annemlere anlatırmış. Askerlerin kendisine sık sık çikolata ikram ettiğini ve hatta onlardan birkaç kelime Fransızca öğrendiğini söylermiş.) “Evet, gel bu taraftan” dedi Leonidas .Bu arada dedemin babasının adının Demir Hoca olduğunu söyleyince birden heyecanlandı “Haa anam anlatmıştı, o ev burada sonra da hastane olmuş ama 20-25 yıl önce yıkıldı” dedi. 83 yaşındaki Leonidas 99 yaşında ölen annesinden dinlediği her şeyi bir biraktardı.1914-17 yılları arasında köyde Fransız askerlerin bulunduğunu 1922-24 yılları arasında Türkiye’den gelen Rum mübadillerle Türklerin beraberce yaşadıklarını bir çırpıda anlattı. Hatta bizimkilerin giderken kap kacak ve bir de danayı onlara bıraktığımızı söyleyince otobüsteki arkadaşlarımızdan birinin “danayı isteriz” esprisine maruz kaldı.
İçim rahattı artık. Bu kadar bilgiye ulaşmak, dedemin hep gidip bir daha görmeyi sayıkladığı yerleri görebilmek sonsuz bir huzur verdi bana. Bir de hep anlattığın o çiçeği bulabilseydim dedeciğim. Ama söz bir dahaki gidişimde araştırma konum annemin bana adını ‘ mergüşale’ diye aktardığı çiçek olacak.
Leonidas’a, benim aslanıma çok teşekkürler annesini merakla dinlediği ve bunları unutmadığı için. Rumca tercüme yapan rehberimiz Lütfi Bey’i “Türkçe konuş be” diye paylamasını hiç unutmayacağım. Bir de sürekli “siz misafir değilsiniz, kardeşimizsiniz “ diye tekrarlayışını. Ayrılırken “Hadi ben kaçıyorum” dedi ve gitti.
Fulacıklı Mübadillerin Derneğinin Başkanı Apostolos hepimize saygıyla tek tek hoş geldiniz dedikten sonra dernek binası ve müzeyi gezdirerek bana dedemin evinin yıkılmadan önceki fotoğrafını arşivden bulup yollayacağına söz verdi. Benden istediği şey ise her yılın Ağustos ayında Fulacıklı mübadillerin toplanarak yaptıkları festivale, ışıklar mübadillerini getirmem oldu. Onları burada seve seve ağırlarız diye ifade etti.
Sürprizler daha bitmemişti. Biz müzeyi gezerken hemen hazırlıklarını yaparak bizlere çok güzel bir öğle yemeği ikram ettiler. Misafirperverlikleriyle ünlü bir tek biz değilmişiz diye düşündüm. Orada yediğim turşunun lezzetini başka bir yerde bulacağımı sanmıyorum. Karşılıklı dostluk ve kardeşlik içeren konuşmalardan sonra ‘çadırımın üstüne şıp dedi damladı’ şarkısında oynayarak final yaptık.
Artık köyümden ayrılma zamanım gelmişti. Benim de bir köyüm vardı artık..Ve hemşehrilerim.. Aynı dili konuştuğumuz bu insanlar o kadar bizdendi, o kadar iyiydi ki… Belki dünyada birbirine en düşman olarak bilinen iki toplumun mensubu olamazlardı. Ortada bir yanlışlık vardı. Mübadil olmayan Rumlardan da aynı yakınlığı görmesem belki anlardım. Yok yok bir yanlışlık olmalıydı.
Einstein’ın düşüncelerini her zaman benimsemişimdir. Toplumları ayrıştırmak yerine birleştirmek çok daha doğru. Geçmiş zamanın şartları bu yapılanları gerektirmiştir mutlaka.
Ama bundan sonra tüm dünya insanları dostça ve beraber yaşamalıdır.
Selanik, Kavala ve Kesriye’nin köylerine konan otobüsteki tüm yüreklere sevgi ve saygılarımla..
HÜDAYE CEBE
Mübadele ile gelen yakınlarım: Dedem Saldin Konyar (Salih Bey) daha sonra soyadı Uslucan olmuş. Babaannem Hüdaye, çocukları Sadri Amcam (bebekken), dedemin kardeşleri Nazmi ve Mahmut Beyler, onların babası Niyazi Bey ile anneleri Nadire Hanım.
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kayalar Cazdar/Çalcılar
Yakınlarının iskan edildiği yer: Yozgat, Akdağmadeni
Şu anda ikamet ettiğim yer: Amasya, Taşova
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Merhaba kısa sürede uzun süredir tanıyormuşum gibi samimi ve sıcak gelen güzel Dostlar,
Ben Hüdaye Cebe. 13-17 Ekim 2010 tarihlerinde LMV’nin gezisine Amasya Taşova ilçesinden eşim İlhan ve kız kardeşimNardane Kara ile katıldım. Atalarımın yaşadığı topraklara düzenlenen bu geziyi duyduğumuzda çok heyecanlandık. Amasya’dan sadece üç kişi katılacak olmamız, yaşadığımız ilçeye 720 km uzaklıktaki İstanbul’dan hareket ediyor olmamız, kimseyi tanımıyor olmamız biraz cesaretimizi kırmış olsa da geçmişin izlerini aramak, yeni insanlar (daha sonra dost olacak) tanıyacak olmak fikri baskın çıkarak bu geziye gitmeye karar verdik. Muhteşem bir seyahatten sonra ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi gördük. Hepinizi tanımakla bahtiyar olduk. Herkes gibi benim de hikâyemin başlangıç yeri aynı.
Babamın (Niyazi Uslucan) babası Saldin Bey, annesi Hüdaye, çocukları Sadri ile babasının kardeşleri Nazmi, Mahmut ve Hanım, dedesi Niyazi Konyar (Uslucan soy ismini sonradan almışız), ninesi Nadire Yunanistan’ın Kayalar(Buralarda eskiler Kayılardan geldik derler) ilçesinin Cazlar veya Cazdar köyünden Selanik limanında gemiye binerek Samsun Limanı’ndan Yozgat Akdağ Madeni ilçesine mübadil olarak 1924 yılında iskan edilmişler. Aynı tarihlerde annemin annesi Habibe Önal ve babası Yunus Önal yine Kayalar’ın Kozlu Köyü’nden Amasya Taşova ilçesi Herizdağı (Bugunkü adı Güvendik) Köyü’ne iskanedilmişler. Babaannem Hüdaye’nin babası Cuma Beylerinden Yahya Bey, bekar oğlu Ömer Bey ile Amasya’nın Merzifon ilçesine, Yahya Bey’in kardeşleri Cemal ve Ivzi Beyler Tokat ilinin Endiz (Büyükbağlar) köyüne iskan edilmişler. Yozgat AkdağMadeni’ne iskan edilen ailem orayı çok kıraç bulduklarından Tokat’ın Endiz Köyü’ne akrabalarının yanına gelmişler. Orada 1 sene kadar kaldıktan sonra babaannemim babası Yahya Bey’in yanına Amasya’nın Merzifon ilçesine yerleşiyorlar. Orada 1925 yılından itibaren 9-10 sene kaldıktan sonra Taşova’nın Herizdağı köyüne yerleşiyorlar.
Babam Niyazi’den (85 yaşında şu anda hayatta) defalarca dinlediğim geçmişimde en çok ‘Baba siz buralarda çok fakirmişsiniz ama yine de dedemlere Bey diyorlar. Bu nerden geliyor?’ sorusu olmuştur. Babam ve amcam bana ‘Kızım büyüklerimiz konuşurken duyduk. Büyük dedelerimizden birisi Osmanlı ordusunda 7 sene askerlik yapmış. Başçavuş imiş. Düşmanı muhasara altına almışlar ama bir türlü üstün duruma gelemiyorlar imiş. Komutan nasıl bu düşman ordusunu yeneriz diye sesli düşünürken bu dedemiz ‘Komutanım bana izin verin ben başarırım.’ demiş. İri bir köpek bulup dersini yüzmüş. İçine girip kılıcını içine saklamış. Nöbetçiler şüphelenmeyecek biçimde düşman komutanının çadırına girip kafasını kesmiş ve kendi komutanına getirmiş. Komutan hemen hücum emri vermiş ve düşman komutansız kaldığından toparlanmalarına fırsat vermeden savaşı kazanmışlar. Genellikle Osmanlı’da başarı gösterenlere toprak verirlermiş. Bu dedemiz toprak değil Beylikünvanı verilmesini istemiş. Cazdar Beylik ünvanı verilip Osmanlı askeri belgelerine kayıt edilmiş.’ diye anlattılar. Ayrıca atları bizimkiler farklı severler. Mübadele sırasında evlerinden ayrılırken atları ve arkasındaki tayını Rum çeteler ellerinden almışlar. Babam bu nedenle uzun yıllar at besledi.
13 Ekim 2010 gece saat 23:45’te İstanbul Taksim Meydanı’nda LMV’ye ait Derya Tur otobüsü ile seyahatimize başladık. 14 Ekim 2010 sabahı saat 04:20 de İpsala sınır kapısını geçerek komşu Yunanistan topraklarına girdik. 2 saatlik bir yolculuktan sonra batı Trakya Türklerinin bulunduğu Gümülcine şehrine gelindi. Burada peynirli ve ıspanaklı börekler alarak meşhur olduğu söylenen Çukurkahve’ye geldik. Hemen hemen tüm siyasetçilerin uğradığı bu kahveyi çalıştıran güzel Türkçe biliyor. Kahvaltıdan sonra yağmur eşliğinde Karasu nehrini geçerek Kavala’yı uzakta solda bırakıp Sarışaban Ovası’na doğru ilerliyoruz. Sarışaban Ovasını yavaş yavaş arkamızda bırakarak Zarkadya (Karacalar) köyünün yakınından geçerek yükseklere tırmanıyoruz. Ova aşağılarda kaldı, manzara harika. Saat 08:30’a doğru Uzunkuyu köyüne geldik. Köy çok düzenli, sokakları asfalt, bahçeleri çiçekli, insanları Türkçe biliyor. Bu köyde yeni dostlarımız geçmişinin izini aradılar, daha sonra yükseklerde olan Muratlı Köyüne geldik. Zamanında bu köy 90 haneli olup 80 hanesi Türk imiş. Şu anda Sinop İnebolu veŞebin Karahisar’dan gelen 14 haneli yaşlılardan oluşan Rumlar kalmış. Dağ köyü olup düzenli olması dikkat çekiyor. Köyden aşağılara iniyoruz. 10 dakikalık yoldan sonra uzaklardan Darı Ovası köyünü görüyoruz. Güzel bir ovaya yerleşmiş büyük bir köy. Devamında Mincinos Köyü’nden geçtik. Bu köylerde bolca ceviz yetişmekteymiş. Daha sonra Çaylek veya Çağlayık Köyü’nü görüyoruz. Buranın Çağlayan suları varmış. Yamaçlarda çok düzenli evler ve bakımlı bahçeler var. Bu köyün insanlarının kurnaz ve çalışkan olduğu söylenirmiş. Devam ederek çok küçük olan Kurtlu köyüne geldik. 5-6 haneli bir köy. Kimse yaşamıyor, herkes şehirlere göçmüş. Zigoş büyük bir köy. Oraya geldik. Korucu köyü ile birleşmiş. Modern bir köy.Kendi ismi ile ilgili oyunu varmış. Saat 13:00. Yine Kavala uzaklarda solumuzda kalarak yolumuza devam ediyoruz. Ege Deniz’i solda. Dağ eteklerinde ilerliyoruz. Evetttt yemek molasındayız. Niğde Aksaray’dan gelen Rumlar’ın dinlenme tesislerinde salata, patates kızartması, tavuk çorbası yiyerek karnımızı doyuruyoruz ve 14:3* da yolumuza devam ediyoruz. 1 saatlik keyifli bir yolculuktan sonra 1 milyonun üzerinde nüfusu olan Selanik şehrine geldik. Atatürk’ün evini ziyarete geldik. Çok heyecanlıyım. Saat 16:00 da Türk konsolosluğuna grup olarak içeri girdik. Konsolosluk binasının bahçesinden geçerek Atatürk’ün evine girdik. İçten merdivenli 3 kat olan ev Atatürk’ün Türkiye’de iken kullandığı eşyalardan sergilendiği müze olarak ziyaretçi beklemekte, onun ellerinin değdiğini düşünerek duvarlarında parmaklarımı gezdirip derin duygular içinde dua ediyor, bol bol fotoğraf çekiniyoruz. Osmanlı zamanından kalma aynı caddede minaresi olan tek camii, Osmanlı kışlası, Osmanlı’nın zamanında Hükümet konağı olup şu anda Makedenyo Bakanlığı olarak kullanılan tarihi bina, Vardar Caddesinde bulunan restore edilen Hamza Bey Camii, Çifte Hamam ile Selanik Limanı’nda bulunan yeni ismi Beyaz Kule (Yedi Kule) zindanlarını seyrederek Selanik şehrinin tanımaya çalışıyoruz. Daha sonra akşam kalacağımız İmperyal otele yorgun ama huzurlu olarak gelip, odalarımıza yerleşiyoruz. 1 günü böylece tamamlıyoruz.
Bugün 15 Ekim 2010. Otel resepsiyonun uyandırma servisinin telefonu ile saat 07:00de uyandık. Güzel bir kahvaltıdan sonra saat 08:40 ta otobüse binip Selanik’ten Kastorya (Kesriye) ‘ya gitmek üzere ayrılıyoruz. Şehri çıkarak Vardar ovasında yolculuğa devam ediyoruz. Çok düz ve geniş bir ova. Vardar Nehrini ve Kara Feriye köyünü geçtik. Çok güzel meyve bahçeleri var. Arazi harika. Ovayı geride bırakarak dağlara tırmandık. En az 10-15 tane peşpeşe tünellerden geçtik. Hafif sisle beraber zirvelerde bulutlarla yolculuk yapıyoruz. Saat 10:00. Dağların tepesinde Kayalar bölgesinin Cuma ovasına geldik. Kozana ilinin kıyısından geçeceğiz. Cuma köyüne ve çoğu Türk köylerine termik santral yapılmış Yunanistan’ın %70 enerji ihtiyacını karşılıyor. Kuzeye doğru devam ediyoruz. Rupişta köyünün yakınından geçtik. Solda Kostarya havaalanı var. Birkaç kilometre ileride Zabordin (Melentio) köyüne uğradık. Saat 11:06. Bu köyde uzun süre kaldık. Köyün yaşlıları evlerinin önüne çıkıp bizlerle yarı Türkçe yarı Rumca konuştular. Bu köyün Rum büyükleri Tokat’ın Niksar ilçesi ile Samsun’un Havza ilçesinden gelmişler. Ceviz, çiçek ve üzüm verdiler. Yaşlılar arabamız hareket eden kadar evlerine girmediler. Çok güzel duygularla yolumuza devam etmeye başladık. Saat 13:00. Arabada hep beraber Vardar ovası türküsünü söyleyerek yolumuza devam ediyoruz. 20 dakika sonra Çakoni köyüne geldik. Bu köyün Rumları Erdek ve Sivas’tan gelme imiş. Yarım saat içerisinde Türkiye’den geldiğimizi duyanlar yanımıza toplandılar. Onlarda dedelerini yaşadığı yerden gelen bu insanları görmek için heyecanlanmışlardı. Bizleri çok güzel uğurladılar. Yarı güneşli yarı kapalı güzel bir havada yolumuz devam ediyoruz. Saat14:00. Jerveni köyüne geldik. Grubumuzla gelen Ürgüplü Münevver teyze ile bir proje için TRT ekipleri çekim yaptılar. Bu nedenle bu güzel dağ köyünde uzun süre kaldık. Kahvede çay içip peynir ekmek yedikten sonra köyü gezdik. Yıkılmış, kerpiç eski Türk evleri vardı. Çok iri beyaz fasulyeler, cevizler yetişiyor. İnsanlar çok güzel Türkçe konuşuyorlar. Bu köylülerin büyük dedeleri Sinop Türkeli ve Ayacıktan gelen Rumlar. Bizleri gözyaşlarıyla uğurladılar. Saat 17:20. Şu anda Kastorya’yagideceğiz. 15-20 dakika sonra Kastorya şehrine geldik. Bu şehri Kastorya gölü ikiye bölmüş. Bölünen yerlerin etrafı yerleşim yeri olup biraz Sinop’a benziyor. Şehrin içinde mimarisi ünlü evleri görüyoruz. Aynen Amasya’nın ırmak kıyısındaki yalı boyu evlerinin mimarisinde. Bu şehrin eski ismi Kesriye. Arabadan inip 19:30’a kadar çarşıyı gezmeye çıktık. Birden bardaktan boşalırcasına doluyla karışık yağmur yağdı. Çatı altında beklerken asker olduğunu söyleyen güzel bir Yunan kızıyla sohbet ediyoruz. Saat 20:00 den 23:00 e kadar canlı müzik olan bir lokantada topluca yemek yiyip eğleniyoruz. 23:00’te Delis Otele gelip, odalarımıza yerleşiyoruz….
Bugün 16 Ekim 2010. Delis otelde sabah 07:40’ta uyanıp pek çeşidi olmayan sade bir kahvaltıdan sonra 09:25’te biraz soğuk bir havada Kavala’ya doğru yola çıktık. Otobüste rehberimiz bugünkü güzergâhın Kayalar Cazdar, Kozlu ve Işıklar köyü olduğunu söyledi. Yine yükseklere tırmanıyoruz. Yeşillikler ve sisle birlikte manzara harika. Çoğu dağların zirveleri aşağıda kaldı. Klisuro köyünden geçiyoruz. Evlerin çoğu taştan yapılmış ve çok düzenli. Köyden aşağı iniyoruz. Aşağıda güzel bir vadi uzanıyor. Vadinin üzerinde serpiştirilmiş köyleri görüyoruz. Çam ormanı bitti, meşe ağaçları gözümüzün gördüğü her yerde.Variko köyünü geçiyoruz. Plotemiada (Kayalar) ‘ya 17 km. levhasını görüyoruz. Şu anda bu kasabanın kıyısından geçiyoruz. Dağın eteklerinde güzel bir düz ovaya yayılmış, geniş ve düz bir araziye sahip çiçekli bahçeleri olan harika evler yol boyunca devam ediyor. Kasabanın ortasından dere geçtiği için Aşağı ve Yukarı Kayalar diye söylenirmiş. Kasabanın içinden tren yolu geçiyor. Kayaları geride bırakıp Tirepişta köyünden geçerek Kozlu köyüne geldik. Habibe Anneannemin ve kız kardeşimNardane’nin kayınvalidesinin köyü. Bizi Türk mezarlığına götürdüler. Orada dua ediyoruz. Mezarlık köyün üstünde olduğundan köy ve Kayalar kasabası seyrediliyor. Sanki orda yatanların ruhları bu iki yerin halen bekçiliğini yapıyorlar. Eşim İlhan Cebe’nin dediği gibi ruhlarını okşamış olmak benim bedenimde tarifi zor hıçkırığa dönüştü… Yozgatlı, Amasyalı, Ordulu Rumların torunları yarı Türkçe ile bize evlerini açıyorlar. Bu köyün halkı maden ocaklarında çalışıyormuş. Bize ceviz ve elma veriyorlar. Güzel duygularla bu köyü geride bırakarak Cazdar köyüne gitmek üzere yola devam ediyoruz. Saat 12:01. Flotos yani Cazdarköyüne geldik. 1,5-2 km. uzunlukta şerit halinde büyük bir köy. Köyün üstünde tek bir Türk evi var. Gidip gördüğümüzde evin Taşova’daki babamın eviyle aynı yapıda olduğunu gördük. İçeriden 93 yaşında bir Rum teyze çıktı. Türk olduğumuzu öğrenince ‘Kardaşlarım hoşgeldiniz’ deyip boynumuza sarıldı. Dedemin evi kabul edip bahçesinden toprak ve bir taş alıp dua ettik. Gözyaşları içinde köyü terk ettik. Babamın bahsettiği Norse (Nursel) gölünü uzaktan gördük. Gölün ortasında minare duruyor mu diye babam özellikle bakmamı söylemişti; ama gölün çoğu kurutulmuş, minare de yok olmuştu. Amasya’dan babası gelen bir Rum amca bizi uğurladı. Yolumuz devam ediyoruz. Şu anda Vodina (Edesa) sular şehri anlamına gelen bir şehrin kıyısından geçiyoruz. 76 metre yüksekliğinde şelale yolun karşı yakasından haşmeti ile görünüyor. Yeşillikler içinde uzanan güzel bir şehir. Dağın eteklerine uzanmış endamlı bir şehir Vodina. Buradan Selanik’e kadar uzanan bölge yine Vardarovası olarak anılıyor. Selanik 80 km., Kavala 170 km. Yol uzun, devam ediyoruz. Gazi Evronos’un kurduğu kasabadan Yenice-i Vardar’ı geçiyoruz. Gazi Evronos annesi Rum asıllı Osmanlı’nın ünlü komutanlarından biri. Evronos Beyin türbesi ve saat kulesi restore edilmiş. Evropos (Işıklar) köyüne geldik. Bu köyün Rumları Karamürsel İznik arasındaki Fulacık denilen yerden gelmişler.
‘Fulacık Fulacık yolları daracık
Seni nerde bulacık’
Diye tekerleme söylerlermiş. Işıklar köyünde 16:00’ya kadar kaldık. Bu köyde kurulan dernek başkanı eski kayıtları toparlayıp, eski kullanılan eşyalardan müze yapmışlar. Büyük ve güzel bir köy. Dernek başkanı küçük bir ikram için hepimizi davet ediyor. Burada soğuk içecekler, lahana turşuları, peynirler, köfte ve tavuk ızgaralar ikram edildi. Türk ve Yunan müziği eşliğinde yenilen yemeklerden sonra sıcak bir uğurlama ile yola devam ediyoruz. Saat 17:20. Selanik şehrinin kıyısındanKavala’ya döndük. Saat 18:10. Aynaros dağı sağda, gölden ötede heybeti ile uzanıyor. Bu dağda manastırlar olup, keşişler yetiştiriliyormuş. Kadınlar kesinlikle giremiyor. Rusya, Sırbistan ve bu bölgedeki manastırların hepsi bu manastıra bağlıymış.Dedebal köyüne geldik. Saat 17:30. Akşam olup hava karardığından köyde kimseyi göremeyeceğimizi düşünürken köyde kahveler ve caddelerde insanlar vardı. Bizi orada da sıcak karşıladılar. Bir bakkalın eşi ‘Hoşgeldiniz, biraz içeri girin bizle de konuşun’ diye Türkçe seslendi. Bu köyün Türkiye’den gelen Rum aileleri de Trabzon, Ordu, Isparta gibi değişik yerlerden gelmişler. Cadde kenarında duran iki genç ‘Aaaa! Bunlar Türk galiba.’ Dedi. Sorduğumuzda Bulgaristan’dan gelirleri çok düşük olduğu için zeytin bahçelerinde çalışmak için gelen Türkler olduklarını söylediler. Bizleri gördüklerine çok sevindiler. Bazılarımızı başı örtülü gördüklerinden annelerine benzetmişler. Güzel duygularla saat 20:10’da Kavala’ya hareket ettik. Deniz kıyısına yakın olan Okeanis isimli otelde odalarımıza yerleştik. Duşlarımızı aldıktan sonra bir balıkçı lokantasında kendimize güzel biz ziyafet çektik. Gece 00:30 da otelimize döndük. İyi uykularrrr….
Bugün 17 Ekim 2010. Sabah diğer odalardan gelen gürültü ile uyandım. Saat 06:30’muş. Hazırlanıp sabah kahvaltısını yaptıktan sonra arabalara binmek üzere otelden ayrılıyoruz. Saat 08:40. Kavala’nın içini gezmek için yola çıkıyoruz. KavalalıMehmet Ali Paşa’nın yaptığı imarethane, medrese, camii ve kaleyi gezeceğiz. İbrahim Paşa Camii’yi görüyoruz. Kalenin burçlarına çıkıp bir taraftaki Ege Denizi’ni, bir diğer taraftaki Kavala şehrini seyrediyoruz. Daha sonra ufak tefek alışverişler yaparak şehir turunu tamamlayıp, saat 11:15te arabalara biniyoruz. Su kemerlerin altından geçip şehri geride bırakarak Niğde Aksaray’dan (Gelveri/Güzelyurt) gelen Rumların kurduğu Nea Karvali köyüne gideceğiz. Buranın kurabiyeleri meşhurmuş. Kurabiyelerimizi buradan alıp uzaklığı 150 km olan ikinci mola yerine hareket ederek yolculuğa devam ediyoruz. Saat 11:55. Yolculukta herkes TRT Türk’te yayınlanacak belgesel çekim ekibine mikrofonla duygu ve düşüncelerini anlatıyor. Değişik, geçmiş hikayeleri dinliyoruz. Yol boyu tütün tarlalarından geçiyoruz. Pamuk tarlaları, zeytin ağaçları, meşe ve çam ağaçlarını dağların düzlüklerinde seyrederek yola devam ediyoruz. Ürgüplü Münevver Teyze bir hüzünlü bir neşeli Arnavutça türküler söyledi. Büyük bir sahil ilinin kenarından geçiyoruz. Pazar günü olması nedeniyle herkes sahilde, çay bahçelerinde. Durduk, bu ilin adı Dedeağaç (Alexandrupoli). Öğle yemeği yiyeceğiz 13:35’te. Burada Türk yaşamıyor. 3000 civarında müslüman çingeneyaşıyor. 45 km sonra sınır kapısında olcağız. Saat 14:43. Feres kasabasını saat 15:00’te geçiyoruz. Türkiye tarafını gösteren trafik işaretleri görünmeye başladı. İpsala sınır kapısına geldik. Yunan çıkış kapısında pasaport kontrol ve alışverişten sonra Meriç nehri üzerinde Yunan ve Türk askerlerinin beklediği çizgiden Türkiye topraklarına girdik. Türk giriş kapısında kontrolleri bitirip İstanbul’a gitmek üzere saat 16:43’te hareket ettik. Saat 20:00’de İstanbul Esenler Otogarı’nın önünde dostlarımızla vedalaşarak anılarda kalacak bu güzel yolculuğu tamamladık.
Çok olumlu ve güzel bir gezi oldu. Büyüklerimiz oraları anlatırken abarttıklarını düşünürdüm gördüm ki az bile anlatmışlar. Özlemlerini ve sevgilerini o güzel mekanları görünce daha iyi anladım. Keşke onlarda yaşarken tekrar bu toprakları görebilselerdi diye düşündüm. Onların yerine bu güzellikleri yaşamak beni çok duygulandırdı.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Ziyaret ettiğimiz her yerde çok güzel karşılandık. Misafirperverliğin sadece bizim milletimize ait olduğunu sanırdım, gördüm ki Yunan Halkı da bizim kadar misafir seviyor. Gözlerinde kardeşlerini görmüş kadar mutlu olduklarını gördüm. Kendi köyümCazdar da tek kalan Türk evini gördüğümüzde babamın evini görmüş gibi oldum. Evin kapısında 93 yaşındaki Rum teyzenin bizlere kardeşim deyip sarılışını unutamıyorum. Beni en çok bu olay etkiledi.
Önerilerim:
Derneğimizin buradan giden Rum ailelerin çocuklarından bir grubu derneğin herhangi bir etkinliğinde misafir etmesini çok isterim.
CENGİZ ALIKOR
Mübadele ile gelen yakınlarım: Halil Alıkor dedem, Hüseyin Alıkor babam (Babam 10 yaşında gelmiş).
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Kavala, Dedebal köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: İzmir, Selçuk Şirince köyü. 4-5 yıl sonra Manisa-Akhisar, Gölmarmara Kayaaltı köyü
Şu anda ikamet ettiğim yer: Gaziemir-İzmir
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Çocukluk yıllarımda babamın ve Selanik’ten gelen diğer mübadil büyüklerimizin
gerek Dedebal köyü gerekse komşu köylerimizle ilgili anlattıkları hatıraları ve
gelenek -görenekleri hakkında öğrendiklerim, bu ziyaretimin önemli nedenidir.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
Köye akşam saatlerinde intikal ettiğimiz de, Yorgo TONONİDOS ‘la tanıştım.
Rahmetli babamın bu köyde yaşayıp 1924 yılında mübadil olarak Türkiye’ye
gittiklerini söyleyince, Onların da Şebinkarahisar ve Isparta ilinden göç eden Rum mübadiller olarak Dedebal köyüne yerleştiklerini öğrendim. Talebim üzerine beni arabasıyla babamın
anlattığı evimize götürdü. Gittiğimizde gerek babamların gerekse diğer evlerin bakımsızlıktan yıkılarak ören yeri olarak kaldığını, şimdiki Dedebal (Kalipsos) köyünün 500–600 metre aşağısına yeniden kurulduğunu görünce doğrusu şaşırdım. Önünde incir ağacı bulunan iki katlı, önü hanay evimizi göremeyince hayal kırıklığına uğradım. Beni ve kafilede bulunan diğerlerini oldukça sıcak karşılamaları, hatta hepimizi üçer-beşer evlere dağıtarak
misafir etmek istemeleri, Anadolu geleneklerini hala sürdürmeleri beni oldukça çok etkiledi. Zamanımızın yetersiz oluşu, köy hakkında öğrenmek istediğim birçok şeyi öğrenmemi ötelemiştir. İnşallah daha sonraları eşim ve ailemin diğer bireyleriyle tekrar ziyaret edip, daha detaylı bilgi sahibi olmak ve orada yaşayan sıcakkanlı Rum’larla irtibatımı geliştirmek istiyorum. Bence bu gezi, başlangıç olması itibarıyla çok önemlidir. Orada yaşayan Rum’ları
anlatılanlarla değil, bizzat görüp tanımamız, Türk Milletine karşı tutum ve davranışları, bundan sonra benim de Onlara karşı tutum ve davranışlarımı değiştireceğini sanıyorum.
Saygılarımla
ŞADİ UYAR
Mübadele ile gelen yakınlarım: Mümin Uyar (baba), Selime Uyar (anne), Cafer Uyar (dedem)
Yakınlarımın geldiği yıl ve yer: 1924, Sarışaban Uzunkuyu köyü
Yakınlarının iskan edildiği yer: 1924 yılı, tahminen 24 Mart tarihinde Gülcemal vapuruyla Samsun iskelesinden karayaçıkmışlar , zorlu bir kara yolculuğuyla 80 km batıda Alaçam’da iskan edinmişler.Alaçamda Rumların boşalttığı evlere yerleşmişler.
Şu anda ikamet ettiğim yer: Samsun
Memleket Ziyareti İle İlgili Duygu ve Düşüncelerim
Mübadeleye maruz kalmış Türklerin ve Rumların hasret ve özlemlerinin birbirine benzediğini bizzat hissettik, gördük ve yaşadık.
Ziyaret Ettiğimiz Yerlerdeki İnsanlara İlişkin Anılarım ve Onlarla İlgili Duygu ve Düşüncelerim.
Işıklar’da grubumuza yemek veren Niko’dan ve konuşmasından etkilendik. Zira dostluğun önemini vurgulamak için biz de Türk’üz dedi. Ayrıca paralel görüşle; her gittiğimiz yerde orta yaşın üzerindeki insanların Türkçe konuşmaları, candan davranmaları anlamlı idi. Kayaların Kozlu köyünde oturduğumuz kafeye gelip arabasının teybinden makber dinleten Rum vatandaşı da unutamayız. Dostlukları yaşatacak beraberlikler dileğiyle…
Bizim, Lozan Mübadilleri Vakfı ile ilişkimiz, ne yazık ki birkaç ayı geçmiyor. Buna ben, 75. yaşını sürmekte olan bir mübadil torunu olarak, ihmalden daha öte bir gecikme diyordum; ama bu kısa zaman içindeki çok şanslı tanışmalar ve çok şanslı bir grupla birlikte olduğumuz Yunanistan gezimizden sonra bu gecikmeyi artık pişmanlıkla değerlendiriyorum; belli ki büyük kayıplarımız olmuş…
Bendeniz anne tarafımdan Girit Kandiye mübadili bir ailenin oğlu olarak Manisa’da doğmuşum; baba tarafından dedem ve babaannem de adadan daha önce çıkmış olan Girit asıllılar; yaşamlarını, dedemin görevi nedeniyle Osmanlı’nın bazı vilayetlerinde ve çokça İstanbul’da geçirmişler… Eşim İnci ise baba tarafından Kavala mübadili bir ailenin Samsun’da doğmuş kızları İnci öğretmen: Şimdi biz, 1963 yılında evlenmiş, iki kızı ve dört torunları olan bir aileyiz. İşte yaşamımız için daima şükrettiğimiz kısa hayat hikâyemiz budur bizim…
Ya eskilerin hikâyeleri ?… Esas mübadillerin, bir başka deyişle bu özel isimli göçmenlerin; Misakımilli ve de Cumhuriyet sınırları dışında yaşamış bütün Osmanlı’ların hayat hikâyesi?…
Ve de daha eskilerin?… Asya bozkırlarından kalkmış o büyük göçün, silkile silkile, dağıla dağıla, çöke çöke, yitile yitile, aşılması yıllar sürmüş çileli göç yollarından, Doğu Roma’nın, Bizans’ın, bin dilli, bin dinli, bin kavgalı, ezilmedik, basılmadık bir karışı kalmamış topraklarında dişle tırnakla tutunup ayağa kalkana kadar geçen efsanelerle dolu yüzyılları ?… Bunun adı Orta Asya!nın büyük göçüydü…
Kıvamı gelene kadar soluklanıp, bu sefer İmparatorluğa doğru giden seferlerin, fetihlerin muzaffer göçleri… Ve sonunda yorgun duraklamanın , gerilemenin ve çöküşün Anadolu topraklarına ulaşan göçleri… Bitti mi ; 21.yy.ın şu 10. yılından baktığımızda, artık tamam, artık göç bitti diyebilir mi insanoğlu ?…
Göç, bana göre insanlık tarihinin savaş kadar, kan, gözyaşı, işkence kadar güncel bir kavramı… Ve bizim göçümüzün anlamı?… Özel ismiyle, mübadil çocukları, mübadil torunları ya da Lozan kurtulmuşları, kurtarılmışları göçü … Çok çile çekmiş mübadil atalarımız için ben böyle düşünüyorum ve onlara uzakta kalışların, dışarıda kalmışların, bu defa diplomasi yoluyla kurtarılmışlığı gözüyle bakıyorum… Bunun anlamını ancak biz, bağımsız bir ülkenin, bağımsız bir vatanın sahibi olan bizler bilebiliriz ve bunun güvenini içimizde hissederiz…
Savaş, kan ve gözyaşı bitmezse göç de bitmeyecek elbet…Yine de umalım ki, yirminci yüzyılın sadece ilk yarısına, iki korkunç dünya savaşı sığdırmış ve dünyaya atom çağını yaratmış olan insanlık, kendi geleceğini, bilimde, felsefede ve sanatta ulaştığı değerleri, temiz ve samimi inancıyla sarıp ideal bir sentez yaratabilirse, bir başka deyişle, “öteki” olanı, “başka” olanı, “farklı” olanı dışarıda bırakmayacak bir insan sevgisi ile, bir ideal ahlaka, ebedi bir barışa ulaşabilirse, ancak o zaman, ne savaşa, ne göçe, ne mübadeleye hiç gerek kalmayacaktır…
5-6 yaş çocukluğumda, bir bez top peşinde koşarken, arsada asılı çamaşırlarını kirlettiğimiz komşu kadının, bizi kovalarken arkamdan “seni “urumyos piçi…”diye bağırışını hiç unutamamışımdır… Girit’ten altı erkek ağabeyle mübadil olan annem, bir türlü düzeltemediği Türkçesi ile, bir gerçek hacı babanın Türk ve Müslüman tek kızı olduğunu ve dört bir yanı denizlerle çevrili bu Yunan adasında, bir başlarına kaldıklarında ancak dillerini verip, dinlerini koruduklarını, son vardıkları yerlerin yerlilerine bir türlü anlatamamışlardı…Kurtuluş Savaşı boyunca, bilmem kaç yüz yıllık Rum komşuları bile, ağabeylerinin evin çatı katında sakladıkları Sando’yu, (annemin adı Saadet’ti) İzmir’e gözyaşlarıyla uğurlamışlardı.
Yıllar sonra fotoğrafın öteki yüzünü gördüm; 6-7 Eylül olaylarından sonra pek çok Rum Yunanistan’a göçmüştü. Tahtakale’de, harika peynirler satan bir Rum bakkalımız Yorgo’nun, Levent’teki üç katlı evini, çok kelepir fiyatla benim işyeri komşum almıştı ve uzun yıllar mektuplaşırlardı; bir mektubunda , “…orada Rum kopiliydik, burada ise Türk piçi olmaktan bir türlü kurtulamadık…” cümlesini bizzat okuduğumu hiç unutamam… Bizim Yorgo da, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamıştı… Düşüncelerimde ve inancımda ne kadar varsa işte bu “ insan sevgisi, başka sevgisi, öteki sevgisi ya da kısaca Tolerans” duygu ve erdeminin kaynakları işte bu iki taraflı fotoğrafın öyküsüdür…
Bu duyguları ilk hisseden her halde Atamız olsa gerek… Misakı milliyi gerçekleştirecek kadar bağımsızlık savaşçısı ve “Yurtta sulh. Cihanda sulh…”deyerek sarılacak kadar barışçı…
Lozan Mübadilleri Derneği ve Vakfı, üyelerinin içinden taşmakta olan bu coşkuları, Türk kültürüne dönük bir enerji haline dönüştürmekte hiç güçlük çekmeyecektir. Ve sanırım bunun en kolay yolu, mübadelenin de göçün de insan için ve karşılıklı olduğunu bilerek ve hissederek çalışmaktır. Bu çalışmalarda efsane ve söylencelerin yerini gerçek belgeler almalı ve tam anlamıyla politikanın dışında kalmayı becerebilmelidir… Ortak gezimizin bendeki yansımaları bu düşüncelerdir. Sevgi ve saygılarımla sunarım, aziz dostlar.
Kemal GÖRKEY
13-17 EKİM 2010 KESRİYE BULUŞMASINA KATILANLAR
1- Cem Açıkbaş
2- Gülten Açıkbaş
3- Kemal Sergin
4- Ayşegül Kalemoğlu
5- Ayten Alptekin
6- Hafize Berber
7- Şadi Uyar
8- Ayşe Kurt
9- İsa Atilla
10- Hüseyin Atilla
11- Servet Bozkurt
12- Melek Dirican Üner
13- Akın Üner
14- Cengiz Alikor
15- Sevinç Baloğlu
16- Rıza Baloğlu
17- İbrahim Çaltılı
18- Süreyya Aytaş
19- Kemal Görkey
20- İnci Görkey
21- İ. Zeki Şen
22- Serpil Şen
23- İlhan Cebe
24- Hüdaye Cebe
25- Çiğdem Ünlü
26- Gönül Kocaman
27- Çiğdem Ürel
28- Pınar Ürel
29- Sefer Güvenç
30- Lütfi Kuzucu